Bir haftada benim için o kadar önemli üç kişinin ölümü
karşısında sadece susuyorum.
Büyük İstanbul ve Türkiye yazarı diyeceğim ama aslında
dünyaya bilginin içinden bakan, bilim tarihçisi ve
tarihçi John Freely ile çok fazla tanışmazdık. Ama
tanışırdık. Zaten biryazarı daha fazla tanımanın fazla bir anlamı
da yoktur. Kendisine ilk defa bir kitabındaki bazı
bilgiler ve yorumlarla ilgili bir mektup yazıp
karşılığında bir mektup alıp sonra da Bebek
kahvede buluşmuştuk.
Bilginin zırhını kuşanmış, bilgeliğin ağırlık ve yavaşlığına
kavuşmuş biriydi. Çocukluk ve gençlik anılarını yazdığı The
House of Memory (Hafızanın Evi) ilginç geçmişini anlatır.
Fizikçi ve bilim tarihçisiydi. Miletos'la ilgili kitabı
muhteşemdir.
Bütün İstanbul'u yazdı. Ama Türkiye'nin Batı
kıyılarını ve Anadolu'yu da yazdı.
Topkapı Sarayı'nı ve Sultanları da yazdı.
Selçuklular hakkındaki kitabı mükemmeledir.
Venedik kitabı kadar daha geçenlerde yeniden
karıştırdığım Atina kitabı da benim için müthiştir.
Kısacası sadece anmakla ilgili bu yazımda daha fazlasına
değinemeyeceğim derin, güçlü, işine sadık, çok olgun bir insanı
yitirdik.
Sonra Yüksel Arslan gitti. Onunla ilk kez
karşılaştığımız 1989 yılını anımsıyorum. Paris'te,
hepimizin cumartesi durağı olan La Palette barda ilk
görüşmemiz. Hakkındaki öyküler. Sonra Türkiye'de sanat dünyasının
onu çok geç vakit, kısa denecek bir süre önce keşfi.
Arslan, 1950'lerin İstanbul boheminden çıkmış bir
sanatçıydı ve kendisini Paris'te, belkide doğduğu Eyüp'ün
evliyalarından, enbiyalarından, velilerinden aldığı
sabırla Artür adınıverdiği (Fransızca art/sanat ve
penture/resim sözcüklerinin bileşimi) yapıtlarını üretirken
bulmuştu.
Bunlar çok ilginç, Batı bilincinin bile kavramakta güçlük
çektiği metinlere dönük bir tür 'illüstrasyon', bir tür 'yorum',
bir tür 'üst okuma' dediğim çizimlerdi, resimlerdi. Ben de
hepsine birden 'yapıt' diyorum.
Batı kültürünün Marx, Freud, Marquis de Sade,
Nietzsche gibi çok zor metinlerini okuyor, sonra oradaki
kavram, değerlendirme ve tanımları 'resmediyordu.' Eşsiz
yapıtlardı.
Malzemesini kendisi yapıyordu, kan, idrar, kök boya,
dışkı, tükürük vb.
İşin ilginç yanı bu Batı metinlerini yorumlarken Doğu
/İstanbul imgelerini ve görselliğini daima işin içinde
tutmasıydı. Yapıtlarını eşsiz kılan bir neden de buydu. Haberini
aldığım günlerde henüz bitirdiğim Jacques Vallet'yle birlikte
oluşturdukları İnsan-İnsanın Yaratılışı (Sel
Yayıncılık) kitabı bu serüveni izleyen bir metindi.
Hiç yakın, hiç samimi olmadık ama şimdi onun yapıtlarından bir
sergi açmayı kendime büyük bir hedef olarak koyuyorum.
Ah! Magdalena Abakanowicz!
Yapıtlarını ilk kez nerede gördüm ve vuruldum bilmiyorum.
Ama Postmodernite ileModernite Arasında Türkiye isimli
yapıtımın kapağına onlardan birini aldığımda zaten
bu metafizik heykelcinin macerasına kendimi
kaptırmıştım. Princeton'da her gün heykellerinin önünden
geçerken, Kudüs Müzesinde büyük ve mucizevi
tekerleklerini gördüğümde sarsılıp, içimden, mutlaka bir sergisi
olmalı demiştim Türkiye'de.