Öğlenlerin ışığı ve baharın serinliği. Küçük kahvelerde yenen yemekler. Akşamüstlerinin yoğunlaşan coşkusu. Gitgide geç kararan hava. Renkten renge giren Roma gökyüzü. Meydanlarda yoğunlaşan coşku. Gene de büyük kültürler yaratmış bir kentin içine çekilmeyi bilişi
21 Nisan 2017
Roma'da gece. Karanlık, ıssız ve dar sokaklar. Koyu gölgeler. Büyük
ve güzel fenerlerden dökülen turuncu ışık. Görkemli taş yapılar.
Serin mi serin hava. Ayaklarımın sesleri. Meydanlar. Daima
meydanlar. Ama küçük olanları. Çeşmeler. Su sesi. Pantheon'un eşsiz
görüntüsü. Avlunun tam ortasına düşürülmüş yuvarlak, büyük gölge.
Floransa'dan sonra bu kent kadar insanda geçmiş duygusu uyandıran,
insana geçmişte yaşadığı hissini veren ikinci bir kent daha
yok.
22 Nisan 2017
Roma ziyareti
Her Roma ziyareti bir tür 'hac' benim için eğer Vatikan'a,
Sistine'ye gitmişsem, eğer Vatikan Müzesi'ndeki beş yapıtı
görmüşsem!
Önce Belvedere Gövdesi. Ne söyleyebilirim ki, bu kısa, dar, sıkışık
ve bütün enerjisini kendi içinde toplamış, adeta yapıldığı taşı
kendisi yontmuş gibi duran, sanki bütün o gerilimi kendisini taşa
yontmakmış gibi yaşayan, kafası, kolları, bacakları olmayan,
intihar eden bir adamı gösteren bu gövde hakkında? Bu kadar çok şey
söyleyen ve bu kadar soyut başka bir yapıt yok.
Laocoon!. Ama nedir Laocoon şimdi? Sanat tarihi mi? Eşsiz bir
heykel mi? Esinlediği bütün Rönesans ve Barok heykeller mi? Gene de
karşısında geçtiğimiz bir yapıt işte. Winckelmann, acının da ancak
güzellikle iç içe anlatıldığında anlam taşıdığını söylüyordu bu
heykele bakıp. Aynen öyle. Kolu 1506 yılında heykel bulunduğunda
yoktu. Tamı tamına 400 yıl sonra 1906 yılında bulundu ve 'ters
dönmüş bir kol olmalı' diyen, dediğinde alay edilen, küstürülen
Michelangelo haklı çıktı. Demek ki, Laocoon bir de Michelangelo
demek.