Fesleğenlere bakıyorum...
Bazısının ömrü kelebek gibi kısacık ama ayrılık vakti yaklaştıkça
güzelleşiyorlar, avucunuza bıraktıkları rayiha yoğunlaşıyor.
Sonra vakit hızla geliyor. Bir geceden sabaha kuruyuveriyorlar.
Şimdi bu satırları yazdığım taş masadaki fesleğen ise ağustosu da
çıkartmaya kararlı görünüyor.
Bitkiler konuşmaz mı? Siz öyle sanın!
Karşılıklı birbirimize aşk sözcükleri fısıldıyoruz.
Karıncalar ya da...
Dikkatle bakmadığımız için ürkünç bulduğumuz tarla yılanları...
Hele kuşlar...
Anlattıklarını dinlemeyi bilseydik mesela...
Tabii afetlere böyle hazırlıksız yakalanır mıydık?
Artık hepsi bir tatil aksesuarı olup çıktı.
Zaten vakit geliyor, işimize gücümüze dönüp varlıklarını
unutuyoruz.
Sanki çoktan yeryüzünden çekip gitmişler de tv belgesellerinde
hayatlarını sürdürüyorlarmış gibi...
Bugün güncel meselelerden falan söz açmak istemiyorum.
Şu biraz ötemde duran ve bana çok zaman önce koparıldığı ocaktaki
ateşini özlüyormuş gibi gelen mavi emaye çaydanlığı anlatmak
istiyorum.
Yerde taşların arasına düşüp kurumaya yatmış zeytin yapraklarını
yazmak istiyorum.
Bir de kayıp zamanlarımız var.
Onları yazsam, olur mu?
Bakmadan, dokunmadan, koklamadan gelip geçen zamanlarımızı...
Sevmeyi, düşünmeyi, sohbet etmeyi (gençlerin jargonuyla söylersem)
hızla "trip atmaya" dönüştüren huysuzluklarımızın içinde harcanıp
giden zamanlarımızı...
Fakat bir dakika!
Öyle uzun boylu arkalarından üzülmek de doğru mu, emin değilim.
Çünkü hâlâ yapılacak çok şey var.
O sevdiğim yazar; C.Bobin hani diyordu ya...
"Kayıp zaman masada unutulmuş ekmek gibidir, kuru ekmek. Serçelere
verebilirsin. Atabilirsin de. Ama süte batırır, yumurtaya bular ve
bir tavada pişirip tıpkı çocukluğundaki gibi hoşnutlukla
yiyebilirsin."
Olabilir mi bu?
Hakkını vererek hatırlamakla; pişmanlık ve yeniden değerlendirme
(tövbe) yoluyla olabilir.