Hafifçe saçlarımı dağıtıp geçti rüzgâr.
Yeni açmış gülün kavuniçi yapraklarından birkaçını emaye tepsinin
üzerine savurdu.
Birini yakalayıp parmaklarımın arasında tuttum. İpeksi bir
yumuşaklığı vardı.
İçimden "şimdi burada bir kız çocuğu olsaydı, üzerinde kırmızı
hareler bulunan bu yaprağı belki hatıra defterinin arasında
saklardı" diye geçirdim.
Sonra rüzgâr hızla balkonu terk etti.
Rüzgâr, sadece esmez.
Bunu Çeşme zamanlarımda öğrendim.
Konuşmak ister.
Kulak verirsen eğer, çoğu zaman fısıldayarak, bazen öfkeli, yani
uğuldayarak konuşur.
Başka sesleri de taşıyıp getirir. Bazen bir piyanonun, bazen açık
kalmış televizyonun, hatta mutfakta çocuklara öğlen yemeği
hazırlarken şarkılar mırıldanan bir annenin müşfik
sesini...
Bunları durup dinlemeyen taş kesilmiş sayılır.
Yok, rüzgârı yazmayacağım.
Kulak vermeyi yazmak istiyorum. Dinlemeyi.
Çünkü az sonra içeri girdim. Panjurları kapadım. Kedinin mamasını
koydum. Hızla giyinipdostlarla laflamak üzere
çıktım.
Havadan sudan konuşmak bile güzel, gerçekten havadan
sudansa...
Çünkü hava güzel, su güzel!
Canım sıkkındı sanırım çok konuştum ama dinledim de.
Bir an fark ettim ki, dinledikçe güzelleşiyor dünya.
Ve ne kadar az dinliyoruz birbirimizi. Yalnız birbirimizi
mi?
Şehri de, sokağı da, çevremizdeki diğer bütün sesleri de hiç
dinlemiyoruz.
Parazit sanıyoruz, kakofoni gibi geliyor, yanılıyoruz.