Birkaç hafta önceydi...
İkindi vakti Ayvacık'tan Çanakkale'ye doğru yol alıyordum.
Baktım, köylüler yol kenarında bir domates tezgâhı kurmuşlar. Hemen
ayağımı gazdan çekip yanaştım.
Bilen bilir; her yıl temmuz sonuna doğru yeme içme yazarları
arasında "Çanakkale domatesinin vakti geldi mi, gelmedi mi?"
tartışması başlar.
Dedim, öyle ya da böyle artık vaktidir.
Arabadan indim.
Havayı içime çektim.
Az ötedeki biberlerin ve domates yapraklarının baharatlı kokusu
genzimi açtı.
Gölgelik altındaki sedirde oturan bir nene içimde kabaran duyguları
şıp diye kavradı.
Nene "gir tarlaya, elciklerinle topla!" der de, durur muyum?
Biliyorum, tarlada geçirdiğim yarım saat geçen yazın en güzel
hatıralarından biri olarak kalacak.
Bir ara medyada ona buna laf atmayı, yalanlarla ortalığı
karıştırmayı zevk edinmiş hakikaten soysuz bir çete vardı.
Beni de akılları sıra "domates yazarı; karınca dinleyen, zeytinyağı
uzmanı" gibi laflarla horladıklarını sanırlardı.
Düşündüm de, yine de etkili olmuşlar.
İçimde bir yer kırılmış.
Tabii bir yandan da siyasal gündem öyle baskın çıkmış ki...
Şöyle bir dönüp gözden geçirdim de, yazılarımda ne domates kokusu
var çoktandır, ne de karıncalar dolaşıyor.
Domatesler de aynı değiller zaten.
Yaz başında konuştuğum bir ziraatçının sözlerini dikkate alacak
olursam durum tatsız. Çünkü domates şekli şemaili aynı kalsa bile
niteliği en hızlı biçimde değişen meyve.
Dün "The End Of Food" adlı kitaba göz atarken de benzer bir ifadeye
rastladım.
Yazar şöyle diyordu: "Manavdan gidip aldığımız domatesleri birkaç
on yıl öncekileriyle kıyaslarsak görürüz ki, sodyum oranları içine
tuz basılmış gibi yüksek, A ve C vitamini oranları ise yok denecek
kadar azdır. Beslenme uzmanları tv'lerde vitamin ve mineralleri
almak için şunu yiyin, bunu yiyin diye konuşuyorlar ama bu gerçeği
unutuyorlar."