Bir arazinin üzerindeki verimli toprağı çekip götüren sert ve
kuru rüzgarlar gibi modernhayat...
Bitmez tükenmez bir erozyon.
Fakat üç beş vahaya saklanıp bu gerçeği görmezden gelerek yaşamayı
sürdürüyoruz.
Göl tükendiyse yapay gölet veriyorlar bize.
Deniz kirlendiyse, denize bakan masmavi havuzlar teklif
ediyorlar.
İkna oluyoruz.
Belki tam bu yüzden...
Zihinlerimiz karışık, kalplerimiz tedirgin.
Dualarımız da içten bir yakarış ve teslimiyeti dile getirmekten
uzaklaşıyor.
Derin acziyetimizi fark etmek o kadar mı zor?
İnsan içine düştüğü anaforun hiç mi farkına varmaz?
Mesela sosyal medyada baş köşeye yerleştirilen
"şükür mesajları"na baktığımda içimi sıkıntılar basıyor. Hiç
kaybetmeden kazanmak için pazarlık yapılıyormuş gibi bir
hal var çünkü.
Bir de "kişisel gelişim şükürcüleri" var. Onlar ayrı alem!
Neymiş? "Şükretmek olumlu enerjiyi artırırmış, o yüzden ihmal
etmemek gerekir"miş.
İnsan şaşırıyor: İçine mektup koymayı unutmuşlar,
zarfı öpüp okşuyorlar.
Şu sıralarda Lübnanlı yazar Mihail Nuayme'nin adı bile
yeterince ürpertici bir kitabını okuyorum:
"Kalk Son Gününe Veda Et" 1963'te yazdığı bu roman,
bir felsefe profesörünün gece yarısıduyduğu "Kalk, son gününe
veda et" sesine anlam vermeye çalışması üstüne
kurulu.
Kitapta tam da epeydir bu köşede anlatmaya çalıştığım türden
bir silkinip farkına varış ve ardından gelen "dua"yla
karşılaştım.
Modern zamanlarda inançlı insanların dahi unuttuğu bir
hakikatle;
"lütuf" hakikatiyle yeniden tanışma anı da diyebiliriz
buna.
Yerim dar.
Ama bilirim, bazen edebiyatın kurgu dünyası zor kapıları açmayı
kolaylaştırır.
İşte bu nedenle roman kahramanının o gece sabaha karşı ettiği
duanın bir bölümünü buraya alacağım.