Pırıl pırıl bir Kanlıca sonbaharı.
Gözümü akıntıya kafa tutarak Emirgan'a doğru yol alan dolmuş teknelerinden alamıyorum.
Çayım güzel.
Çift kaşarlı tostum da geldi.
Tam yazımı burada yazıp gazeteye göndersem mi diye düşünürken...
Onlar geliyor.
Genç bir anne baba ve beş yaşlarındaki oğulları.
Önce iskelenin, sonra teknelerin önünde fotoğraflar çekiliyor.
Oğlan bir annesinin sırtında, bir babasının. Yüzlerde kocaman gülüşler.
Çekimlerin ardından masaya oturuluyor, pudra şekerli yoğurt eşliğinde az önce çekilmiş fotoğraflar sosyal medyaya geçiliyor.
Baba soruyor anneye: Ne yazacaksın?
Rüzgâr seslerini bana kadar taşıyor.
Anne "ailemle musmutlu bir sabah yazdım" diyor. Tabii hızla mutsuzluklarına geri dönüyorlar.
O fotoğraflara bakanlar sonraki yarım saat boyunca karı kocanın kavgasının yan masalardakileri bile rahatsız ettiğini, dikkati üzerine çekmek için mızıldanan çocukcağızın ise durmadan azar işittiğini bilmeyecek.
"Eh bunlar normal sayılmalı" diyeceksiniz!
Haklısınız.
Zaten asıl anormallik fotoğraflarımızda.
***
Düşünüyorum da...
Annesinin fotoğrafına bakıp bir tür labirente giren (ve kendi Ariadne'sini arayan) Roland Barthes'ın yazdıkları şimdi bize ne kadar yabancı.
Fotoğraf üzerine yirminci yüzyılın Barthes, Sontag, Berger gibi incelikli düşünürlerinin yazdıkları ne varsa git gide anlamını kaybediyor.
Artık fotoğraflarımızda öylece durup bize anlam verilmesini beklemiyoruz.
Tam tersine, çırpınıyoruz...