Pembe granitten kocaman bir kaya...
Bir general kabri.
Servilerin gölgesinde kamuflaja yatmış ağır bir tank gibi
duran kayanın çevresinden dolanıyorum.
Neredeyim ben?
Ferforje demirden kuş kafesi gibi tasarlanmış, bir yanıyla çok
hüzünlü fakat güzel bir kabir vardı şurada bir yerde.
Sarmaşıklar dolanmıştı hani. Bir yanında kırmızı bir gül açar
dururdu.
O nerede?
Karşıma çıkan mezarlık görevlilerinden birine soruyorum.
"Kaldırdılar" diyor; sonra eliyle ölüm hakikatinden çok mermer
denilen maddeyi yücelten tuhaf bir yapıyı gösteriyor. "Paslanıyor,
her seferinde boya istiyor diye aile kafesi söktürdü, bunu
yaptırdı."
Kimisi unutulmuş, kimisi çiçek tarhına dönüşmüş birkaç mezarın
arasından yürüyorum.
Derken karşıma mezarlığın orta yerinde yeni tip bir konut
sitesi çıkıyor sanki...
Kayısı renginde taşlardan inşa edilmiş beş gökdelen, geniş bir park
alanı, yürüyüş yolları düşünün. İşte böyle bir sitenin büyükçe
tutulmuş bir maketi yerleştirilmiş gibi.
İsimlere bakınca anlıyorum, pek tanınmış bir müteahhit ailenin
kabristanı.
Mezarlıklar yaşayanlara ahireti
hatırlatırdı ya...
Ölüm dünya hayatının biricik hakikatiydi, gerisi belki toptan
yalandı. Ölüme doğuyorduk nihayetinde.
Ve ne kadar kaçarsak kaçalım bu hakikat hiç değilse mezarlıklarda
kafamıza dank ederdi ya...