Eylül'ün bir hüznü varsa, yazın bittiğini haber verişinde gizlidir. Bir de ikindi vakitleri gitgide sararan ve akşam üzerleri duvarlara vuran, camları kızıla boyayan ışığındandır! Bu sözlerimi belagat sayıyorsanız, o ışığa hiç bakmamışsınız demektir. Bu sefer bakın, kaçırmayın!
***Bedeni coşkuya, ruhu tembelliğe sürükleyen ayların ardından eylül yavaşça gelip içimize yerleşir.Artık hayatın ölüm, ölümün hayat karşısında saygıyla eğilme vakti yaklaşmıştır. Hazırlanmak gerekir.
***Doğru! Defalarca söyledim, tekrar edeyim.
Eylül bir ay değil, ayrı bir mevsimdir.
İşte tam o yüzden her gününün değerini bilelim.
Rilke diyor ya hani; "Aynı anda biliyoruz çiçeklenmeyi ve solmayı/Bir yerlerde aslanlar dolaşıyor ve henüz aslan oldukları için bilmiyorlar güçsüzlük nedir."
***"İçlerine doğru yolculuk" yaptıklarından söz eden kimilerine bakıyorum da... Nereye gitmeye çabaladıklarını anlayamıyorum. O kadar sığda yüzülmez, bir gıdım yerde yürünmez ki!
***Varlığımız bir kabuktan ibaret. Hakiki bir "iç"imiz yok ve olsun
diye çaba göstermiyoruz.
Sabırla doldurmak gerekiyor kabuğun içini. Sevmenin ağırlığını
taşımak, sevilmenin hafifliğinden sakınmak gerekiyor.
Modern insan için ağır iş... Peki o halde nasıl oluyor da, "içten"
ve "içli" biri olduğumuza inanabiliyoruz?
Durmadan "eğer..." var sözlerinde... "Bir sevgilim olsaydı" dersin, "güçlü biri olsaydım" falan filan... Ya da bitmez tükenmez "keşke"ler... "Keşke o işi kabul etseydim, keşke başka bir şehirde yaşasaydım, vd." Böyle böyle "yok olduğunu" fark etmemektesin. Oysa kendini sürekli sahip olmadıkları üzerinden tarif eden birinin gideceği başka yer yoktur.
***Onu beğenmiyor, bunu beğenmiyor... Onu aşağılıyor, bunu aşağılıyor... Nelerden nefret ettiğini anlatmaya bayılıyor. Ama durdurup neleri sevdiğini sorun ona! Göreceksiniz ki, şaşırıp saçmalıyor. Neden peki? İçten içe aşağılığın teki olduğunu bildiği ve bu bilgiyi kendinden bile saklamaya çalıştığı için mi?