ANLATMAK. Anlatana kadar "yaşamıyormuş" gibiyizdir. Öylece olayların içinde yuvarlanıp gitmiş, sürüklenmiş gibi... Anlam, anlatınca beliriyor, hatta tam o anda, yani anlatırken... O yüzden bize yaşadıklarımızı anlatacak başka biri gerek. En azından tek bir kişi... Birikmiş fakat kimselere anlatılmamış tecrübeler, acılar, sevinçler, hayaller, hayal kırıklıkları bizi kurutur. Bu gerçeği kadınlar iyi bilir ve içten içe fokurdayarak anlatılma vaktini bekleyen küçük hikayeler biriktirirler. Fakat dünya değişiyor. "Anlatılan hayatlar" giderek "fotoğraflanan hayatlar"a dönüşüyor.
GAZ SOBASI. Bir sobanın kaloriferden, elektrikli veya hava
üflemeli ısıtma sistemlerinden farkı nerededir? Dışımız kadar
içimizi de ısıtmasında, değil mi? O "içimiz" dediğim çok geniş bir
mevzu. Belki o yüzden bir soba nostaljisi var. Mesele sadece
üzerindeki kestaneler, mandalina kabukları meselesi değil yani.
Bilenler, o iç sıcaklığını, hatta bir tür "sığınma" hissini
özlüyorlar. Tabii ya, soğuk günlerde sobaya sığınırdık! Ara ara
kirpiklerimizi bile kavuracak kadar harlanan amansız sıcaklığına
aldırmazdık. Ses de önemli. Kömürün homurtusu ve tıslayışı, odunun
çıtırtısı... Fakat bütün bunlarla ilgisi olmayan bir soba tipi daha
vardı. Gaz sobası. Daha doğrusu, gazyağı sobası. Bizimki Vezüv'dü
galiba. Kahverengi bir silindir. Tatsız, tuzsuz bir ısı kaynağı.
Gençlik anılarımın en yavan eşlikçisi... Kapağındaki minik mika
pencerenin isli görüntüsü hala gözümün önünden gitmez. Ne alevlerin
iştah verici görüntüsü ne de insanın içine işleyen sıcaklık! Yoktu
bunlar. Oda ısınıyordu işte, o kadar. Kediler bile sevmezdi. Sobaya
yakın olmaktansa, elde örülmüş eski bir hırkanın sıcaklığını tercih
ederlerdi. Gaz sobasını özlemek mümkün mü? Sanmam.
KAR. Metropolmüş, şöyle büyük, böyle karmaşıkmış... Sonra kar gelip
usul usul yerleşiyor. Her şey küçülüyor, basitleşiyor.
Kar her yeri taşra kılıyor. Ne güzel ve nasıl ibretle dolu!