O yaşlardayken geceleri bütün işim perde aralığından karanlık
gökyüzüne bakarak düşüncelere dalmaktı.
Sonsuzluk, uzay, ölüm...
Nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz?..
Dişlerimi sıkmama neden olacak kadar huzursuz edici sorulardı
bunlar! On, on bir yaşlarımdan söz ediyorum.
Fakat Ramazan gelmişse, sahura kalkılacaksa...
O zor düşünceler gidiyor, yerini tatlı bir bekleyiş alıyordu.
Uyuduğumu sanıyorlardı ya...
Oysa gözlerim kapalı halde sahur vaktinin gelmesini iple
çekiyordum.
Çünkü ninem ve dedemle birlikte pilavla hoşafa kaşık
sallamanın lezzeti apayrıydı.
Ah, o güzel doygunluk!
Öyle ki, daha sonra saatler sürecek oruç cılız gövdeme bana mısın
demiyordu.
Bal gibi anlayıp biliyordum işte!
O sofrada...
Pilav cisimlenmiş şükürdü.
Hoşaf dua...
Buraya nereden mi geldim?..
Geçen gün bir grup sosyal medya dostu kendi aramızda
mesajlaşırken çocukluk Ramazanlarımızı andık.
Pide kuyruğunda beklemenin iftar coşkusuna dahil olduğu, sahuru
büyükbabalar, büyükannelerle yapmaktan ayrı bir zevk aldığımız
günlere döndük. "Karakılçık bulgurdan bol tereyağlı pilav"ları,
içine iki üç adet karanfil atılmış kuru meyve
hoşaflarını hatırladık.
Sonra birden fark ettik ki...
Hikâyenin özü sofranın üzerindeki tabakların, kâselerin
içindekilerde değil, sofranın etrafındakilerdeydi.
Oysa uzun bir zamandır popüler kültür sayesinde iftar ve sahur
sofralarındaki çeşitliliğeodaklanmış haldeyiz.