Diyorum ya...
Yalanlar kendini "doğrular" diye pazarlamaya başlamış ve satıcısı
da çıkmışsa, korkacaksın!
Çünkü o zaman, doğrular uygun vakti bekleyinceye kadar
ortalıktan uzaklaşır.
Hatta belki Nietzsche de haklıdır; öyle zamanlarda
doğruyu "en çirkin adlar altında" aramak hiç de yanlış
olmayabilir.
Mesela büyük bir yalan şu sıralarda o güzelim "barış" kelimesinin
ardında saklanmaya çalışıyor.
Çözüm süreci boyunca Kandil barış yapmasın diye yapmadık
şey bırakmayan; bir misyoner gibi dağlara
gidip PKK liderlerine "durmayın, kanmayın, asla silah
bırakmayın!" diyen reziller şimdi "barış" kampanyaları
peşinde koşuyorlar.
Oysa insan acısını ve canını önemsedikleri falan yoktu!
Barışın kazancından kendilerine pay çıkmayacak diye
korkuyorlardı.
Şimdi de aynı yerdeler...
Vicdan konformizmi, aydın çevrede şık görünme ve
küreselcilerle işbirliğinden ötesi ilgilendirmiyor
onları.
Ve şunu da asla yutmayız: Onlar sekülerler arası barış
istiyorlar!
PKK'dan Nişantaşı'na, darbe Mısır'ından The Economist'e kadar
uzanan geniş bir seküler yelpazenin barışından söz ediyorlar;
halkların barışından değil! Onların "barış"ına inanan insanlar,
milli tutumlar, yoksul halk çocukları dahil edilmiyor.
Doğru gösterip yalan vuran bir başka kavram da
"Türkiyelileşme"ydi.
Güzel kavramdı.
BDP'nin bölgesel veya etnik karakterli bir oluşumdan "Türkiye
partisi" olmaya geçmesi olumlu bir projeydi.
İyi de bu nasıl olacaktı?
Türkiye solunun hiçbir zaman "Türkiyelileşememiş" (ki en büyük
problemleri bu olmuştur) kesimleriyle ittifak yaparak mı?
Düşünün...
Bir yandan kaybetmeyi zevk edinmiş Türkiye soluyla iç içe
girerek...
Bir yandan ABD ziyareti sonrası "paralel"leşerek...
Ve oligarşik sermayenin medyasıyla flört ederek hakikaten
Türkiyelileşmek mümkün müydü?