Yıl 1818... Yer Hindistan..
Alman misyoner C. T. E. Rhenius karşısına çıkan bir yerli tüccarın
yanına yaklaşıyor.
"Benden istediğin bir şey var mı?"
"Ne verirsen alırım" diyor Hacı tüccar.
Rhenius'un iştahı kabarıyor.
"Tanrı'yı biliyor musun?" diye soruyor.
"Bak" diyor Hacı; "nasıl bir dibeğe pirinç koyup tokmakla döversen
sonunda ayıklanır geriye has pirinç kalırsa, ben de öyle biliyorum;
içime malum oluyor."
Avrupalı bir misyoner Rhenius nihayetinde. Nasıl anlayacak şimdi
bunu; ne çıkartacak?
Zaten günlüğüne de sık sık "kâfirlerin bu mesel ve mecazlarının
anlaşılmasının güçlüğü" hakkında notlar düşmüş.
Israr ediyor: "Öyle değil de, Tanrı'yı nasıl anladığını söyle
bana.."
Hacı su gibi akıyor: "Kadir-i mutlak; ezeli ve ebedi, kusur ve
noksanlardan uzak, adil, hikmet ve merhamet sahibi..."
Misyoner işittiklerini kavranması güç bir belirsizlik, muğlaklık
olarak algılıyor ve aklı sıra üstün(!) yanını kabul ettirmeye
çalışıyor: "Tanrı'yı göremiyorsun sen; bildiklerimi sen de
öğrenirsen, göreceksin!"
***
Haydi buna epey geçmiş zaman diyelim.
Yer deseniz, kolonyal dönem Hindistan'ı...
Ama bu konuşma niye bu kadar tanıdık geliyor bize?
Peki niye bize 40'ların, 60'ların, 80'lerin ve daha yakın
zamanların "bağımsız Türkiye"(!) toplumundan bir sahne etkisi
yaratıyor.
Hani sanki halktan biriyle "beyaz, laikperest, elitist, Nişantaşılı
bir spiritüalist"in konuşması gibi...
Her şeyden önce...
Misyonerin üstenci dili ve bomboş kendine güvenini yakından
tanıyoruz.
Bir de Presbiteryan Hıristiyanlık adına değil de, bir tür "bilim
dini"nin misyoneri gibi konuşmuş olsaydı, CHP'li akrabamız
misafirliğe gelmiş duygusu yaratacaktı.
Yalan mı?