Eski yıllarımı hatırlıyorum...
Nasıl bir "zihin yıkama" sürecinden geçmişsek artık, "yersiz
yurtsuzluk" diye bir şey duymuş, göklere çıkartır olmuştuk.
Kaşarlanmış sağ ideolojiden, resmi ezbere bağlamış devletten
kaçmanın yolunun bu olduğuna inanmıştık.
Savrulmayı, yolculuk sanıyorduk.
Coğrafyayı harita; tarihi durmadan dönen ve insanın canını sıkan
bir çark, sosyal ve beşeri olanı sırtımızda bir yük gibi
görüyorduk.
Solcumuz için de, İslamcımız için de "yer"in önemi ve değerini
anlamak epey zaman aldı.
Fakat bugün konunun siyasi/ sosyal tarafından değil; alabildiğine
yalın ve insani tarafından söz açmak istiyorum.
Esas "yerlilik" bir yeri olmak, yerini bilmek ve onu gerçekten
"yurt" edinmekle başlar.
***
Biliyorum, aklınıza hemen "haddini bilmek" deyimi gelecek.
Hani bu deyim de Amerikanvari popüler başarı kültürünce az
horlanmadı!
Oysa insanı haddi/ ölçüyü/ tartıyı bilmeye çağırmak ne kadar
anlamlıdır ve doğrudur; yer ve had birbirlerini tamamlar.
Fakat şimdi söyleyin bana...
Kendinizi yerini kaybetmiş, ortalıkta öylece kalakalmış gibi
hissettiğiniz olmuyor mu?
Tam da bu yüzden ikide bir içinizde "buralardan kaçmak" arzusu
uyanmıyor mu?
Ya da şöyle sorayım...
Ekran karşısından kalkmayan bir insanın hakikaten bir yeri var
mıdır?
Günün en az birer saatini metrobüste geçiren bir kent sakini nereye
aittir?
Kendimizi yorgun argın attığımız evlerimiz niye bir türlü ruhumuza
"yuva" olamaz?
Bu ve benzeri sorular yavaş yavaş zihnimizi açacak, ne demek
istediğimi daha iyi anlatacaktır.