Damat eski mahallesinde oturmak istiyordu; gelinse yeni ve
yüksek bir binanın yepyeni dairesinde...
Mahallede yeni ev yoktu.
Zaten gelin kız da eski bir mahallede yeni bir
hayatın mümkün olacağına inanmayanlardandı.
Taşındılar.
Gözde semtlerden birinde pek gösterişli bir binanın manzaralı
dairesinde yeni hayatlarına başladılar.
Yüzlerce benzeri her gün tekrarlanan gerçek bir hikâye bu.
Tabii yaşını başını almış biri olarak bu hikâyenin nasıl
sonuçlanacağını az çok kestirebiliyorum.
Erkek, önce sudan çıkmış balığa dönecek.
Sonra yüksek binalarla dolu yeni semtine ayak uyduracak ve davranış
kalıpları dahi değişecek.
Binadan hızla çıkacak mesela. Koşar adımlarla arabasına binip bir
an önce işyerine; çalışma arkadaşlarına kavuşmak isteyecek
artık.
Sıkılma halleri bile değişecek.
Çünkü laflayacak köşedeki manav, az ötedeki tantunici, teşhisleri
hekimleri sollayan ihtiyar eczacı falan yok.
İçinden konuşacak artık, hep içine atacak.
Kadın ise yeni evlerine gelip giden kankalarını ağırlayıp
imrendirdiği aylar geçip gidincekafayı olur olmaz şeylere
takmaya başlayacak; mesela gelmeyen asansörlere, parkyerindeki
yetersizliğe, her gece etrafa küfür yağdıran fakat kim
olduğunu bile bilmediği karşı komşuya falan...
Ev, deyip geçilmiyor işte!
İnsanlık tarihinin hiçbir çağında insan evsiz (tepesinde bir dam
olmaksızın) yaşamadı, yaşayamadı.
Fakat bir evde yaşamakla, ev için yaşamak başka bir
şey.
Günümüz insanı ikinci türden.
Peki, huzur buluyor mu?
Ne gezer!
Kim bilir kaç kez yazmışımdır...
Başımızı sokacak ev dolu. Eninde sonunda bulunuyor öylesi
ama ya ruhumuzu koyacakevler?
Onlar ne kadar az ve bu gerçeği nasıl da geç fark ediyoruz!
Koskoca evlerini terk edilmiş mahallelere çevirip bir küçük koltuğa
sığınanlar; yepyeni mutfaklarında iç sıkıntısıyla pencereden
dışarıdaki manzaraya bakarken pilavın dibini tutturanlar ne
çok!