Gün gelir...
Yaşantımızı, çevremizi, ilişkilerimizi pislik
götürmeye başladı hissine kapılır, buna isyan etmek
isteriz.
Bir zihin bulanıklığı anında içimizdeki isyanı bastırmanın yolunu
buluruz. Değiştirmeye gücümüzün yetmediği hayat yerine nesnelere
güç yetirmeye kalkışırız.
Temizlik kendi küçük dünyamızın "iktidar iradesi" olup
çıkar.
Elimize geçen ne varsa, defalarca yıkamaya başlarız.
Kapının eşiğini, terlikleri, koridordaki şilteyi...
Meyveleri bile tekrar tekrar... Sonra ellerimizi, ah
ellerimizi...
Sular yetmez; sabunlar, deterjanlar tatmin etmez.
Her şeyi, her yeri ova ova, kazıya kazıya temizlemeye çalışan biri
olup çıkarız.
Ve kir asla mutlak biçimde yenilgiye uğratılamaz.
Kir mi dedim? Üzerimize üzerimize gelip bunaltan "dünya" mı
deseydim yoksa!
Tabii bu takıntı erkeklerin pek bilmediği bir "kaçış" yoludur;
çoğunlukla gider kadınlarıbulur.
Tv dizileri de aynı ruhsal enjektör mekanizmasıyla içimize
işler.
O hikâyeler boşuna mı bu kadar tutuluyor?
İki gözü iki çeşme, ekrandaki aileye ağlayarak kendi ailesinin
dertlerini unutuveren milyonlarca insan...
Hiç kuşkunuz olmasın, son zamanlarda bizim toplumu ve özellikle de
kadınları esir almaya başlayan "doğru beslenme" takıntısı da aynı
damardan yürüyor.
Malum, Ramazan boyunca ekranlarda sadece ilahiyat polemikleri
yoktu. Beslenme tartışmaları da hiç eksik olmadı..
Canan Karatay'ın "onu yeme, bunu ye!" komutları durmak bilmedi.