Dünya geride bıraktığımız bir 15 Eylül’ü daha, küresel çaptaki malum ekonomik depremin tetiğinin çekildiği gün olarak hatırladı. Bundan 10 yıl evvel Lehman Brothers’ın batmasına göz yumulan o kara gün, ABD konut piyasasında baş gösteren bozulma sürecinde ipin koptuğu nokta olmuş ve sıra dışı bir paniğe yol açmıştı. Kelebek etkisi misali hem yaralı sektörlerin hem de ABD’nin dışına hızla yayılan finansal kriz, daha evvel yaşanmışlardan farklı nevi şahsına münhasır yapısıyla, alemi modern bir durulmanın içine sürüklemişti.
Hatırlanacağı üzere ABD’li politika yapıcılar o dönem, birikmiş hatalarla patlayan sürecin üstesinden gelmek amacıyla bol destek yaklaşımıyla hareket etmişti. Bankacılıkta yaşanan kredi tıkanması kısa sürede reel sektörü vururken, devletin finans sektörünü kurtarmak için kolları sıvadığı sahneler yaşanmış, piyasaya engin para pompalanmıştı. Ve doğrusu zorlu tedavi sahneleri sadece ABD’de değil, ABD yapımı krizin bulaştığı çok sayıda ülkede de görülmüştü.
Nitekim özellikle Avrupa ülkeleri, bu hikâyenin uzun süre konuşulan mağdurlarından oldu. Bölgede Lehman’dan yıllar sonrasına sarkan bozulmalar özellikle bankacılık sektörünü mercek altında tutarken, ekonomik temponun onca zaman canlanamamasına sebep oldu. Elbette bu noktada ilgili Euro Bölgesi vakasının, bugün hala tartışılan ortak yapının doğurduğu neticelerle birlikte ele alınması gerektiğini not düşmek gerekir. Para politikası bir yana, bölgede ülkeler arası farklı görünümlerle maliye tarafında yaşananlar, her bilenin malumu…
Bu doğrultuda geriden sarıp baktığımızda; ABD ekonomisi krizi temel makro göstergeler çerçevesinde atlatmış bir hikâye yazarken, Avrupa’nın daha zorlu bir süreç geçirdiğine şahit oluyoruz. Buna bağlı olarak bilhassa Euro Bölgesi’nde yaşananların, sadece ekonomi cephesinde kalmadığına ve sosyal/siyasi alana taştığına, geçen yıl “AB’de Paradigma Değişimi” başlıklı yazımda da değinmiştim.
Kanaatimce Avrupa’daki bu kırılma geleceğe taşınmayı sürdürecek etkilerden olacakken, yarına dair endişelerin dinmediği bir diğer kriz yansıması ise borçluluğun durdurulamayan yükselişi… Ki işin bu ayağında, krizden nispeten hızlı çıkmış gelişen ekonomiler de hızla resmin içine giriyor. Zira 10 yıl önceden bugüne, gelişmekte olan ülkelerin küresel borçtan aldıkları pay -ana kütle hala gelişmişlerin üzerinde olsa da- büyümüş durumda…
Uluslararası Finans Enstitüsü IIF’in son verilerine göre, dünyanın borcu bu yılın ilk çeyreği itibariyle 247 trilyon dolara ulaştı. Bu, küresel GSYH’nin %318’i seviyesinde bir rakam anlamına geliyor. Bu bağlamda küresel krizin patlak verdiği 2008 yılının başından itibaren 10 yıllık süre zarfında yaklaşık 70 trilyonluk bir borç oluşmuş gözüküyor. Global ekonominin gelişim hızını açık bir şekilde sollayan bu borç yükselmesinin başlıca iki kaynağı ise, finansal olmayan kuruluşlar ile kamu kesimi olarak öne çıkıyor.