İslam tarihinde tekfirci kişi ve gruplar daima bulunmuştur.
Bunlar insanların söz ve davranışlarına bakarak ve bunların daima
dinden çıkmaya ihtimalli tarafını tercih ederek, tevili inkar
sayarak “karşı tarafı” tekfir ederler (dinden çıktıklarını, kâfir
olduklarını söylerler).
Bunlara karşı bir de söz ve davranışı, sahibinin diğer söz ve
davranışlarıyla bir bütün olarak ele alan ve en küçük bir “dinden
çıkmama ihtimali” varsa bunu tercih eden, insanları mümkün
olduğunca iman dairesi içinde tutan alimler vardır ve bu ikinci
tutum “Kıblesi Kâbe olanları tekfir etmeyiz” diyen Ehl-i Sünnetin
tutumudur.
Siyasi muhaliflerin hak ve yükümlülükleri konusunda da doğru
olandan sapmalar vardır.
Hz. Ali örneğinden yürüyelim:
Halîfe Hz. Ali'ye karşı olan Hâricîler, “Hüküm vermek yalnızca
Allah'a aittir” (En'âm: 6/57) mealindeki âyeti kendilerine göre
yorumlayıp Hz. Ali'nin, Muâviye ile ihtilafında çözümü hakeme
bırakmasını tekfir sebebi saymış ve ona “kâfir oldun”
demişlerdi.
Büyük fıkıh (İslam ibadet ve hukuk) alimi Serahsî bu konuyu
değerlendirirken iki önemli kuralın altını çiziyor:
1. Hz. Ali, onların doğru olmayan tevillerine dayanarak yaptıkları
bu ağır ithama karşı misliyle mukabele etmedi, onları, yanlış da
olsa bir âyetin teviline (yorumuna) dayanmaları sebebiyle “din
kardeşleri” olarak kabul etti, hayat ve söz hakkı tanıdı. Şu halde
Ehl-i Sünnete göre “tevîl varsa tekfir yoktur”.
2. Yanlış bile olsa Kur'an ayetinin yorumuna dayanarak eylem yapan,
mala ve cana zarar veren âsîler pişman ve teslim olduklarında
yaptıklarından dolayı tazminat ödemezler.
İşte Serahsî'nin ifadesi:
“Bu konuda delil ve dayanak Zührî'nin şu hadîsidir:
Müslümanlar arasında fitne (isyan, kargaşa, çatışma) çıktığında Hz.
Peygamber (s.a.) devrinin müminleri (Ashâb) hayatta idiler, şu
hükümde ittifak ettiler: Kur'an'ın yorumuna dayanılarak akıtılan
her kan, Kur'an'ın yorumuna dayalı her cinsel temas, Kur'an'ın
yorumuna dayanan her mal itlafı (mala verilen zarar) bu yorumlar,
haklı ve isabetli olan karşı tarafa göre hatalı da olsa ceza ve
tazminata tâbi olmaz... Dini farklı yorumlama sebebiyle çatışan iki
Müslüman grubun farklı yorumları hukuk önünde eşit muamele görür.
Bu bir ilkedir.”