Gazzâlî deyince şu dünyada elli beş yıl yaşamış ama her biri tahkik, tecrübe ve tefekküre dayalı 457 eser bırakmış, etkisi günümüzde de canlı ve devamlı olan bir dâhiden, bir “İmam”dan, yani bir insan-ı kâmil örneğinden söz ediyoruz (v. 505/1111). O, hakikat bilgisine ulaşmak için girilmiş kelam/fıkıh, felsefe, taklit/telkin ve tasavvuf yollarını öğrenip denemiş, her birinde eserler vermiş, sonunda tercihini yaparak kendini tatmin eden, şek ve şüphenin asla yer bulamayacağı bir ilim ve irfan aydınlığına, ruh ve ahlak kemaline ulaşmıştır.
Onun tesiri yalnızca Şarka’a ve İslam âlemine mahsus da değildir. “Batıda modern felsefi düşüncenin gerçekte Descartes’in düşünceleriyle başladığı söylenir. İslam felsefesi, Descartes’ten çok daha önce Batıya derinlemesine girmiş ve Gazali’nin kitaplarının çoğu altıncı/on ikinci yüzyılın ortalarından önce Latince’ye tercüme edilmiş ve ancak ondan sonra Yahudi ve Hıristiyan skolastikler üzerinde hatırı sayılır bir etki yapmıştır.” (Eskicioğlu’nun makalesi).
“Arifler Meclisinden” genel başlığı altında Ramazaniyye kabilinden yazmakta olduğumuz yazılardan birini de bugün Gazzâllî’nin “el-Munkızu mine’d-dalâl” isimli kitabından, “hakikat bilgisine yolculuk” hikayesinin kendi kaleminden özetine ayıracağız. Bu kitabın birçok yabancı dile tercümesi yapılmıştır (TDV İslam Ans.). Türkçe’de de birden fazla tercümesi vardır. Yeni harflerle ilk tam tercümesini Hilmi Güngör yapmış ve bu tercüme MEB yayınları arasında 1948 de çıkmıştır:
Ey din kardeşim, ilimlerin gayesi ile sırlarını, mezheblerin baş belası halleri ile neden ibaret olduklarını sana anlatmamı istedin. Türlü dinî meslek ve yollar içinde hakkı bulup meydana çıkarmak için çektiğim zahmetleri, taklit suretiyle olan itikaddan kurtulup tahkik derecesine nasıl yükseldiğimi, (kelam, felsefe, taklit ve tasavvuf yolarını inceledikten sonra)… bana malum olan hakikat özlerini, Bağdat’ta birçok talebeye ders vermekte iken ne sebeple bundan vazgeçtiğimi, uzun müddet sonra niçin Nisabur’a dönüp tekrar ilim yaymaya başladığımı açıklamamı arzu ettin. Bu istekte samimi olduğuna kanaat getirdiğim için istediğini yapıyorum.
İnsanların çeşitli din ve mezheplere ayrılması; mezheb imamlarının, yolları ayrı olan türlü fırkalara ayrılarak birçok mezhebler meydana getirmesi derin bir denizdir ki, birçok insan onun içinde boğulmuş, pek azı ondan kurtulmuştur. Her fırkaya mensup olan kimse kurtulan kendi fırkası (grubu, mezhebi, cemaati) olduğunu zanneder… Bütün sözleri hakikat olan “peygamberlerin ulusu” (s.a.) kendi ümmetinin de böyle olacağını… bize haber vermiştir. Bu da gerçekleşti. Gençliğimin ilk devresinden itibaren yirmi yaşıma girmeden, büluğa yaklaştığım zamandan itibaren yaşımın elliyi geçtiği şu günlere kadar bu derin denizin dalgalarıyla mücadele ediyorum… Her fırkanın itikadını araştırıyorum, Her bölüğün mezhebine ait sırları meydana koymaya çalışıyorum. Hangisi hak, hangisi batıl, hangisi Peygamberin sünnetine uygun hangisi bid’at üzerine kurulmuş anlamak istiyorum… Gençliğimin başından beri hakikatleri kavramaya susamış olmak fıtrî (yaratılıştan) bir âdetimdir… Bu sayede taklit bağından kurtuldum… Çünkü gördüm ki, Hristiyan çocukları Hristiyan olarak, Yahudi çocukları Yahudi olarak, Müslüman çocukları da Müslüman olarak yetişiyorlar… Telkin ile başlayan, hangisi hak hangisi batıl olduğunda birçok tartışmalar yapılmış olan bu taklitleri ayırt etmek istedim. Önce bilgi nedir? Sorusunu sordum ve inceledim. Sonunda anladım ki, kesin olan bilgilerde (yakîn derecesinde) bilinen şeyin asla şek ve şüphe götürmeyecek derecede anlaşılmış olması gerekir… Hatadan emin olmak için bilgi o derecede kuvvetli olmalıdır ki, mesela birisi o bilginin batıl olduğunu iddia etse ve taşı altına çevirmek, deyneği ejderha yapmak suretiyle de iddiasının doğruluğuna delil getirse bu yapılanlar o bilgi sahibini şüpheye düşürmemelidir. Ben 10 sayısının 3’ten büyük olduğunu bildiğim halde birisi “hayır 3, 10’dan büyüktür, seni inandırmak için şu deyneği ejderhaya çevireceğim” dese ve dediğini yapsa ben de bunu görsem yine de bilgimde şüpheye düşmem. O adamın bunu nasıl yaptığına şaşarım, ama bilgimden şüphe etmem. Sonra anladım ki, işte böyle bilmediğim, bu derecede kesinliğe (yakine) ulaşamadığım bilgiye güvenilemez, ona dayanılamaz; güvenilemeyen bilgi de kesin bilgi değildir.
Gazzâlî, el-Munkız’ın girişinde bu bilgiyi veriyor. Sonra duyularla elde edilen bilgiler ile akıl yoluyla elde edilen bilgilerin kesinliği konusunu inceliyor, bunların belli şartlar, haller ve sınırlar içinde doğru olabileceğini, bu haller ve sınırların dışında kalan hakikat alanları için başka bir idrak vasıtasına ihtiyaç bulunduğu, bunun birinci derecede vahiy (nübüvvet yolu), ümmet için de kalp olduğu; devamlı ve yoğun tefekkür, zikir ve ibadetler ile kalbin idrak kapısının açılacağı sonucuna varıyor.