Soru: hakikatlerin hakikati olan ve yaratılmışlar âleminde, daha üstte bir hakikat bulunmayan Hakikat-i Muhammediyye’den öte geçmek caiz ve mümkün müdür? Sen bazı mektuplarında bunun gerçekleştiğini yazmıştın, bunun gerçek yüzü nedir?
Cevap: Bu caiz ve mümkün değildir; çünkü onun üstü lâ-teayyün (teayyünsüzlük) mertebesidir, kendisi teayyün konusu olanın, oraya ulaşması ve o mertebeye katılması muhaldir, imkânsızdır. Keyfiyetsiz, nasıllık ve nicelikle alâkasız olarak oraya ulaşmak ve yetişmekten söz etmek, işin hakikatine vâkıf ve vâsıl olmadan, teselli için dudaklardan dökülmüş kelimelerden ibârettir. Amma işin hakikatine vâsıl olduktan sonra “daha yukarıya çıkmanın mümkün olmadığını” söylemek kaçınılmazdır, bu konuda en küçük bir şüphe yoktur. Daha önce yazmış bulunduğum “Hakikat-i Muhammediyye’den daha ileriye geçmek gerçekleşti” sözünden maksat, “vahdet” ve “Hz. İlmin icmâli (özeti) adı verilen gölgedir; o (Muhammedî) hakikatin gölgesidir. O zaman asıl ile gölge birbirine karıştırılmış idi. Sırf Allah Teâlâ’nın lütfu ile o gölgeden ve diğer gölgelerden kurtulma gerçekleşince anlaşıldı ki, o “hakikatlerin hakikatinden” yukarıya çıkmak, öteye yürümek vâki ve caiz değildir. Çünkü buradan ayağı kaldırarak bir üst makama basmak demek, yaratılmışlara ait imkân âleminden çıkıp, yaratılmamışa ait bulunan Vücûb sahasına girmek demektir, bu ise hem akıl, hem de din yönünden caiz değildir.
Soru: Bu gerçek bilgisinden anlaşılan odur ki, mezkûr hakikatten öteye geçmek, Peygamberlerin Sonuncusu (s.a.) için de gerçekleşmemiştir?
Cevap: O (s.a.) da, şânının yüceliğine, değerinin büyüklüğüne rağmen daima mümkinler (zorunsuz, yaratılmış varlıklar) âlemine aittir, bu âlemden harice çıkamaz, vücûb sahasına ayak basamaz; çünkü bu, yaratılmışlıktan çıkıp ulûhiyyete (tanrılığa) katılmak olur. Allah Teâlâ ortak ve benzerden münezzehtir, hiristiyanların peygamberleri için ileri sürdükleri aşırı iddiâlardan uzak durmak gerekir!
Soru: Birinci teayyün ve Hakikat-i Muhammediyye demek olan bu sevgi teayyünü (teayyün-i hubbî) mümkün müdür (yaratılanlar gibi, olup olmaması caiz şeylerden midir), vâcib midir (Allah Teâlâ gibi, olmaması düşünülemez, zorunlu bir varlık mıdır); sonradan mı olmuştur, ezelden beri mi vardır (hâdis midir, kadîm midir)? Fusûs sahibi (Muhyiddîn b. Arabî) birinci teayyüne Hakikat-i Muhammediyye demiş, bunu “vahdet” kelimesiyle, ikinci teayyünü ise “vâhidiyyet”