Dışarıda yaprak kıpırdamıyor...
Kan ezilmiş bir tutku ve
yeraltı sularıydı paslı damgasını vuran tatsız
rüzgârlara ve pencere camlarında kelebekleri
ayrıştırandı...
Yaz tam bastırmıştı...
Uykum kaçmış...
Kareli deftere yazdığım notlar, günlerin,
ayların hızla geçip gitmesi...
İki gencin, akademisyen Nuriye
Gülmen’le öğretmen Semih Özakça’nın
hapishane hücrelerinde süren açlık grevi.
İki genç “İşimizi istiyoruz” diye
haykırıyorlardı hücrelerinde.
Ölüm oruçlarını ve açlık grevlerini iyi
bilirim.
1989’da
Aydın’da ölümle sonuçlanan, benim daha önce
kitaplaştırdığım “Kanlı Sürgün” ve daha sonrakiler, içimde
derin izler bırakmıştır.
Ölüm oruçlarının ilkine 30,
ikincisine 20 yıl önce tanık oldum...
Ölüm oruçları insan bedeninde hasarlar
oluşturuyor.
Önce bilinci yitiyor tutuklu
ya da hükümlünün...
Sonra değişik hastalıklar yakasını
bırakmıyor.
Gencecik insanlarımızı,
çocuklarımızı, işkenceden geçiren,
yargısız infazlarda bedenlerini delik deşik eden
anlayışa karşı sessiz kalanları düşündüm dün
sabah.
Bir kuzey rüzgârı hafif esinti getirdi odanın
içine.
Yıldızlar uykuya daldı...
Aklım Nuriye Gülmen ve Semih
Özakça’daydı...
Nuriye, cezaevinden gönderdiği
mektupta şöyle diyordu:
“Bu yıl kutlayacağımız en büyük
bayram olmayacak. En güzelini, halkların adalete
doyduğu yarınlarda kutlayacağız.”