Ilık yapışkan fırsatlar gibi eylül, uykuda yanakları gül açan bir çocuk gibi sabah...
Kusursuz acının öpüşünü unuttururcasına insanı kucaklayan gökyüzü, güneşin ve rüzgârın kolllarında uyuyan bir çocuk.
Biliyor musun Ürgüp’te de bir başka doğuyor güneş, tıpkı İyonya’da olduğu gibi.
Ay gökyüzünde alışılmamış bir resim çiziyor ya, İstinye’nin lacivert sularına, Avonos’ta da öyle, ben de yeni fark ettim.
Akan uyku değil, bir çiçek atlasında ya da deniz suyunda çocuğun elinde hafif dünya gibi duran yaşam sevinciydi.
Düşlerimdeki köpükler yüreğimi acıtıyordu, demir alırcasına denizin orta yerinde dururken...
Bilinmeyen kentin kapısında gibiydim... Her şey kayıp gidiyordu avuçlarımın içinden.
Düşünceyle sözcükler arasına sıkışıp kalmıştım.
Yorgundum...
Çaresizdim...
Annem benim annelerim...
Terk edilmiş çocuklar gibiydim. Umudun peşinde koşuyordum.
Serin çiy taneleri altında ağırlaşan bir başağa benziyordum.
Kör ve hain terör dur durak bilmiyordu. Birer ikişer şehit cenazeleri geliyordu.
Anne beni dinler misin:
“Kim bilir kuşların öldüğünü
rüzgâr geçerken selviler arasından
sepetime diken gülleri toplayıp
annemin güzelliğine üzgün
kuşlar vurduğumu benim
çağlalar çaldığımı
kim bilir hâlâ nasıl süslüyor beni
o yusufçuk sesleri”
***
Gözlerinin renginde mavi mavi soluk alıp veriyorum...
Geçmiş yıllara doğru uzanıyorum.
Belki yarı aydınlık bir gecenin içinde; belki de taş avlulu bahçede açan eylül çiçekleriyle avunuyorum.
Kirpiklerim üşüyor benim...
Düşlerim darmadağın...