Düşsel bir yolculuğa çıkmış, kırık dökük anılar topluyordum...
Sokaklar benim içimde; sokaklar fırtına öncesi sessizliğindeydi.
Gözlerin bir zamanın resmini ararken, gözlerinden mavilerin tümü uçup gitti, siyaha dönüştü...
Sabahın alacası yalnızlığı taşıdı içime.
Çocuklar üşüyordu, hava buz gibi soğuktu...
Dünya kayasının yosunlu yamacı üzerinde, ölmek üzere olan bir kuş anlıyordu beni.
Kırmızı toprak saksıdaki çiçek değişiyordu, ben eşikten uzaklaşırken.
Zamanın o bilinmeyen diliminde Adonis’le koşuyordum, köle pazarlarındaonunla birlikte dolaşıyordum...
Canım sıkılıyordu... İçimdeki sıkıntı giderek çoğalıyordu...
Bir başka çocuk bilinmeyen bir kentin sokaklarında, ağaçların altında koşturuyordu.
O anda yükselen bir ses, bir uğultu ve tükenmek bilmeyen isteklerim, umutlarım, tutkularım beyaz bir sayfanın içine düşüyordu.
Diyordum ki:
“Çocukluğum yeniden doğuyor
ışığın ellerinde aralıksız
adını bilmiyorum ben
ama o ışıktı bana ad veren...”
İçimde benim sokaklar, içimdeydi o büyümeyen çocuk...
Aşk ve düş parantezleri arasında bedenini ortaya koyan kadın, kırmızı bir güneşi yakalamaya çalışıyordu.
Belki Prag’da sisler içinde yürüyor ya da Paris metrosunda oyalanıyordum...
Belki dünyanın başka kentlerinde, sömürgelik yaşamış kentlerde...
İçimdeki o çocuk ağlıyordu...
Ben onu avutmaya çalışıyordum.
Bir kadına rastladım, kentin adı Prag...
Franz Carl Weiskopf’u sordum, derin gözlerine gömdü beni ve güldü...
O anda geldi aklıma beni düşündüren şiir...
Barış ve savaş...
Hayat ve ölüm...
***
Ben Prag, Varşova, Halep, Bağdat, Tunus, Berlin, Paris sokaklarında dolaşıyorum...
İlkyazı yaşıyorum oralarda...
Oysa kış...
Nasıl olsa düşsel yolculuğa çıkmışım.