Kimi zaman sevdalı bir bulut, kimi zaman orman, kimi zaman bir
ırmak...
Gürül gürül akan...
Hayat böyledir işte.
Hüzünlü bir serçe kuşu, şafak söktüğünde kaygılı, düşünceli...
Bazen umut topluyorum masmavi göğün altında yürürken.
Dalgalı bir deniz, gülümseyen bir yüz.
Sakladığım düşlerimi yaşama geçirmek için yakamozları
bekliyorum.
Aydınlığa koşup hayatı kucaklayıp sarıp sarmalamak.
Yaşam sevincimi çoğaltmak.
Tohum nasıl sabırla çatlarsa toprakta; dal ucunda açarsa bir çiçek;
yüreğinde bir coşku fışkırırsa öylesine bir hayat istiyorum.
Bazen dingin, bazen hüzünlü.
Çocukluğumdan kalmış bir defter, yazılmış notlar, avarelik
günlerim, insan olmanın erdemi...
Bakıyorum hüzünler bitmiş...
Hayata ilk adım atılmış.
İnsan olmanın erdemi...
Sevgi...
Aşk...
Tutku...
Bunları düşünürken ellerimin toprağa abanmasını istiyorum.
Binlerce yıllık bir tarih, kültür, uygarlık...
Gece, zifiri bir karanlık, o bitmeyen savaş, çocukların
çığlıkları.
Uykum kaçıyor.
Salonda dolanıp duruyorum... Pencereler açık bahçeden gelen esinti,
çiçeklerin kokusu...
Derin bir nefes alıyorum.
Ölüm mangaları kol geziyor...
Yüreğimde ince sızılar giderek artarken ölü kentleri
düşünüyorum.
Yaşadığımız coğrafya sana da yeter bana da, herkese yeter ey
halkım.
Gel, otur yanı başıma... Başını göğe çevir bak yıldızlara...
Ve haykır:
“Aşk, barış, sevgi, vicdan!”
Yobazlıkla nereye varılır ki?