Yağmur mu yağıyor dışarıda yoksa kar mı, fırtına mı var, gökyüzü
maviyi mi kuşanmış bilmiyorsun!..
Bembeyaz masallarda evrenin gökkuşağı rengine kin ve korkuyu
salanlar senin düşsel yolculuğunu hiçbir zaman
engelleyemediler!..
Sen o sırada deniz kıyısında yürüyordun, sen o sırada
Lizbon’da siyah gözlü, siyah saçlı, uzun boylu bir
kadınla kırmızı şarap içiyordun... İçinde taptaze bir sevimlilik
vardı...
Gençlik günlerine döndün...
O soluk fotoğraflarda kış güneşinin ortasında
kalan bir güzellik, solgun kamelyaların ve karanfillerin
dokunulmazlığına benziyordu...
Kan tutmuş anıların içindeydin...
Eşsizdin sen; bütün çıplaklığına sarınmış; bir
orman yangınındaki ağaçlar gibi onurlu ve
korumasız...
Bir kadın düşünüyordun, aylardır tutuklu kaldığın koğuşun
içinde...
Kadın kırlangıçlarla yer değiştirirken gecenin kanat çırptığı derin
gözlerini arıyordun...
Kimi zaman Nâzım’ı, kimi zaman Kemal
Türkler’i, kimi zaman Doğan Öz’ü
anımsayarak geçiyordu yıllar...
Yirmi beş yıl öncesinin eli kanlı katilleri televizyon
ekranlarındaydı ama sen seyredemiyordun olup bitenleri!..
Nâzım’ı anlatıyorlardı!..
Sen içeride ben dışarıdaydım...
Ben çok iyi bilirdim içerisini...
Cesare Pavese’nin dizelerinde, kıvrımlar yansıtan
bir aynayı görüyor ve soruyordum:
Bir boş söz, bir kesik çığlık; bir sessizlik olacak gözlerin;
bizler de ö...