Masanın üzerinde kareli defter...
Neredeyse 20 yıl önce yazılmış bir öykü.
Kış yüzünü göstermişti... Hagen kar
altındaydı...
Hastane odasında Alman şair Karl Krolow’un
dizeleriyle avunan, saçlarına kır düşmüş bir adam, geçmiş
zaman resimleriyle buluşuyordu.
Az önce ameliyattan çıkmıştı...
Gökyüzü sıkılmış bir yumruk gibi gergindi. Gecenin
karanlığında acılar mavi çizgilere doğru yürüyordu.
Odysseus gibi bir gölge
laternaların tekdüze havalarıyla
oynaşır gibiydi.
Yaşamın burukluğu
o düşsüz uykularımızı deliyor,
anayurdun yeşil vadilerinde ıslık çalarak
kendini avutuyordu.
Düzenbazlar, çıkarları peşinde koşan tarikat şeyhleri, din
baronları, cehalet mangalarıyla buluşuyordu benim canım
ülkemde.
Yakın tarihini unutan ya da hiç
bilmeyen bir toplum, bir
ulus, kendi özdeğerlerini
yitirmenin çektiği sancılardan bile habersizdi.
Zıtlıklar birbirini kovalıyordu...
Hani neredeydi o demokrasi ve özgürlük masallarını
anlatanlar?
Bir toplumdaki en önemli güven unsuru, o
toplum içinde yaşayan bireylerin kendi hak ve
özgürlüklerine saygı duyulduğuna olan inançları değil
miydi?
***
Aradan 20 yıl geçmişti...
İşte nisan ayının sonu...
Masmavi bir gökyüzü...
Ataol Behramoğlu’nun bir şiiri, gecenin derin
mavi çizgisi içinde güneşli bir pazar
gününü avuçlarımızda çoğalttı.
Lermontov’un çocukluk fotoğrafı Nâzım
Hikmet’i anımsattı.
Dünyanın öbür
ucundaki çocuklar, ırmaklar, denizler,
ormanlar, derin
vadiler Hagen Köprüsü altında
buluşuyordu.
O, Behramoğlu’nun çok beğendiği bir şiirini
okuyordu:
“Türkiye özgür yurdum, güzel yurdum
Güngörmüş bilge toprağım
Yunus, Pir Sultan ve Nâzım
Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum