Sokaklar benim içimdeydi. Sokaklar bir fırtına öncesi
sessizliğindeydi...
Gözlerinden bir resim geçti. Gözlerinden kahverengilerin tümü
kaçıştı...
Sabah olanca yalnızlığını taşıdı içime. Sabah beni benden koparıp
kayboldu...
Dünya kayasının yosunlu yamacı
üzerinde, öldürülmek üzere olan bir siyahi ya da
ölmek üzere olan bir kuş fark ediyordu beni
yalnızca...
Kırmızı bir toprak saksıda oturan bir bitki değişiyordu ben eşikten
uzaklaşırken...
Zamanın o bilinmeyen diliminde Adonis’le
konuşuyordum, esir pazarlarında onunla birlikte dolaşıyordum...
Canım sıkılıyordu, içimdeki sıkıntı giderek çoğalıyordu... Bir
çocuk, serin ağaçlar altında koşturuyor, masmavi
gökyüzüne uçurtmalarını salıyordu...
O anda yükselen bir ses, bir uğultu ve benim hiç tükenmek bilmeyen
isteklerim beyaz bir sayfanın içine düşüyordu...
Diyordum ki:
“Çocukluğum yeniden yeniden doğuyor ışığın ellerinde aralıksız,
adını bilmiyorum ben
ama o ışıktı bana ad veren...”
İçimdeydi benim sokaklar, içimdeydi o büyümeyen çocuk...
Aşk ve düş parantezleri arasına bedenini koyan kadın, kırmızı bir
güneşi yakalamaya çalışıyordu...
Ben o gece Prag’da sisler içinde yürürken ülkemin
geleceğini düşünüyordum...
Hırs küpüydüm, öfkeliydim...
Yoldan geçen mavi gözlü sarışın kadına Franz Carl
Weiskopf’u sordum...