Çocuklar yaşamaz, yaşamaya hazırlanır...
Bir Rus atasözü akşamın karanlığında doldurdu odanın içini. Bir
genç kadın çocukluk düşlerini anımsadı o anda. Soğuk kış gecelerini
düşündü, sevdanın kaçışını durdurmaya
çalıştı...
Yağmur yağıyordu... O ise yapayalnızdı...
Her şey ölümdür, karada ve denizde; fakat daha da acımasızdır
insanın yazgısı; o bilmek zorundadır, daha doğduğunda; hakkında
verilmiş ölüm kararını...
Acaba o genç kadın yaşamın hızlı akışını
kavrayabilmiş miydi?
Hayır düşünmüyordu bunları...
Samuil Marşak’ı tanır mıydı?
Hiç sanmıyorum...
Voronej’ın adını duymamıştı, Samuil’in barış ve
savaş şiirlerini okumamıştı hiç...
Burns, Shakespeare,
Byron, Heine,
Petöfi’den çevirilerini biliyor muydu?..
Genç kadın “boş ver” dedi saçlarını yana atarak... Adam ise
gülümsedi...
Bir sevda bulutu mavilerini giymişti o saatlerde bilinmeyen bir
ülkede...
Üstünde yeşil vadinin, günbatımında gümüşlenen ırmakların
pembeleşen enginliğinde sevişme çanları çalardı...
Hiç yazılmamış aşk öyküleri o bilinmeyen ülkenin kadınları üzerine
kurulurdu...
Düşler gerçeğe dönüşür müydü hiç orada? Bir genç kız
şiirler okur muydu erkeğine? Maviler çoğalır mıydı
hüznün üzerine çöken grilerde? İvanov ya da
Fyodor Sologup bir şeyler fısıldar mıydı
kulaklarına?
Bir erkek ellerini tutsun istiyordun zamana yenik düşen sabahlarda;
bir kadın gülümsesin, kollarında uyutsun diyordun gözlerini
yumduğun gecelerde...
Her şey yitip gitti aşklarımız gibi...
Eğer dünyaya Madagaskar’da gelseydim, bir dil
konuşurdum ‘a’ sesiyle dolu; aşkın ateşini çağırırdı şiirim, çıplak
dilberlere, Samoa’lı...
**...