Denizin bittiği yerde sonu gelmez öpüşlerle oyalanan adam, kömür
alevleriyle aydınlanan bir gecede sesleniyordu:
“Yelkenlerle, serenlerle dolu bütün bir düş var saçlarında; meltemi
beni canım iklimlere, uzayın daha mavi, daha derin olduğu, havanın
meyvelerle, yapraklarla, insan derisiyle kokulandığı iklimlere
götüren büyük denizler var saçlarında...”
Charles Baudelaire’in o kendi yalnızlığı
Tahsin Yücel’in o güzelim
Türkçesiyle bize ulaşırken, anılar tıpkı güneşler gibi derin
denizlerde yıkanıyordu...
Adam o anda saçlarına dokundu kadının... Dedi ki:
“Nasılsın hüzün çiçeği?..”
Kadın başını öne eğdi...
Belki Pedro Salinas’ı düşünüyor, belki de
Sergey Yesenin’in, tanımı olmaz
bir sevdanın o yakut gözlerinde buluştuğu anı
yakalamaya çalışıyordu adam...
Suskunluk giderek büyüyordu...
Adam bir süre sonra kadının ellerinden tuttu... Artık göz göze
gelmişlerdi...
Dedi ki adam:
“Sevgilim, kralı karanlık olan bir ülkedir senin saçların, alnın
çiçeklerin bir havalanışı...”
Kadının yakut gözlerinde bir ışıltı belirdi... Adam devam etti:
“Kralların arabasına koşulmuş ak atlardır kalçaların ve has bir
ozanın mızrap vuruşlarıdır, aralarında her zaman tatlı bir
ezgi...”
e.e. cummings’in yüreğini getiriyordu adam kadının
avuçlarına; kadının akan mem...