Yeni yılın sabahında içimde
alevlenen hüzün, umutlarımı
alıp götürüyor...
Üç gündür yağan kar, beyaz örtü, geride kalmış
anılar, sevgi, aşk, yalnızlık...
Bilinmez bir başkaldırı yüreğimizin
derinliklerinde filizlenip yaşamın
olağan akışı içinde farklı anlamlar yüklüyor tümcelere.
Hava soğuk, buz kesiyor...
Üşüyorum!
Czeslaw Milosz’un dizelerindeki kaygı, gölgelerin
kıpırdamadığı bir çiçeğe dönüşürken duraklamanın renklerini
görüyorum beyaz örtünün üzerinde.
Edmond Jabes’in “kelimenin içindeki
hayatla ölüm arasında söyleşi”si bilmem sana bunca yıllık
özlemi anımsatır mı?
İstersen o acının yanı başına sözcükleri koy, hayatı koy, faili
meçhulleri koy, yakılan ormanları, büyük göçü, çocuk
ölümlerini...
Uğur Mumcu’yu koy, Hrant
Dink’i, Musa Anter’i...
Kaç kişi öldü, kaçı etkisiz
hale getirildi şöyle bir bak...
Onat Kutlar’ı anımsa
istersen, Gaffar Okkan’ı,
şehitleri, onların analarını, babalarını, eşlerini,
çocuklarını...
Ölü bebeler ülkesinin çocuklarını, yasakları,
yüreğin acısa da anla.
Evrenin var oluşunu düşün istersen, insanlığı, işkenceden geçen,
vatana feda edilen evlatları.
İçimizdeki hülyanın izlerini görmeye
çalış, kabuk bağlayan yaralara bak karlı
kış gününde, 2016’nın sabahında...
***
Senin belirlenmiş arzun, yaşama sevincin namlunun ucunda olmasın
çocuğum...
Sevdan yarım kalmasın!
Yüreğinde büyüyen sıkıntı, o
bilinmez başkaldırı sakın seni
tasalandırmasın. O şafağın, aydınlığın adımlarıdır.