Geceydi,
üşüyordun...
Kirpiklerin yeni uykudan uyanmış
gibiydi...
Gökten inmiş gövdeler çevrende
dolaşıyordu. Allen Ginsberg’ün
acılı karanlığında, sanki Can
Yücel’in çoğul türkülerini söylüyordun... Uzun uzun
seyrettim seni Rosa!..
Burnuna dokundum, alnına, altın sarısına çalan
saçlarına, pembe yanaklarına!..
Bir an “Elimden tut,
düşeceğim” dedim,
tıpkı Attilâ İlhan’ın
yağmur kaçağı gibi...
Yoksa yıldızlar
düşecekti, yağmur beni götürecekti adsız
kentlere...
Düş kurdum gecenin o
saatinde...
Eski anı defterlerini
karıştırdım...
Yağmurlu bir pazar gününü düşündüm, yıllar önce
seyrettiğim bir filmi tekrar
gördüm...
Hani kimi kaçışlar vardır, kimi zamansız
bekleyişler... İklimleri bile alıp
götürürler hayatımızdan;
hani mor menekşeler, kırmızı güller vardır hüzün devşirirler kendi
topraklarından...
Durgun suları düşündüm, balıkçıl kuşlarının
kanatlarında bozkır yalnızlığının
içine düştüm...
.
Bir kadın ve bir erkek, tohumların büyüdüğünü
gören, iyiliğe doğru
koşarlarken yürekleri hiç böyle
susamamıştı özgürlüğe,
ben bunu çok iyi anlıyordum...
Kendini rüzgârlara bırakmış, ışıklarla rotaları
çizili bir koca gemiye binmiş giden, biz
miydik?
Artık ayrılmak gerekiyordu yaşımız ne olursa
olsun!..
Dünyaları yıkmaya, ormanları yakmaya
gelmiştik!..
Olmadı,
yapamadık!..
Aklımız
değil, hırsımız
öne çıktı!..
Biliyorduk ki
inatçıydık...
Umut toplayan çocuklar
denizinde güneşin
ölgün ışıklarıyla avunduk, PhilipLarkin’in
hece yüzünü, şarkı notalarını demir aldığımız limanlarda
unuttuk...
İhaneti de gördük, acıyı
da!..
Sonunda Özdemir
Asaf’ın Lavinia’sında karar
kaldık:
Sana gitme
demeyeceğim.
Gene de sen
bilirsin.
Yalan istiyorsan
yalanlar söyleyeyim.
İncinirsin.
***
Tıpkı Cahit Külebi gibi buz gibi havayı çekiyorsun içine... Sarıyer’de tam