O saçlarına aklar düşüren zor günler, bir sonbahar esintisi
getiriyor sana; dikenli tellerden geçen aşklar, yasak buluşmaları
sararan gün ışığında kaybediyor yeniden...
Tüm zamanlardan akan o kederli ırmaklar, çocukların bağırtılarıyla
birleşiyor; hüznün keyfi olan yalnızlık, düşlerin yağmurlu bir gece
yarısı serinliğinde buluşuyor...
Avuçların sımsıcak o saatlerde senin!.. Gözlerin gri sevişmelerden
yorgun düşmüş!.. Pien Çö-lin, belki de altın
ışıklarıyla dolu bir arabayı çekerken batan güneşin yeniden
doğacağını bilmiyor...
Deniz sakin, mavi giderek lacivertleşiyor...
Seni arıyorum; o çocuksu bakışını, balıkçı gemileri iskeleye
yanaşırken...
Karşı tepelerde köhnemiş ağaçlar eski bir şarkıyı
mırıldanıyor...
Gökyüzünde ıslık çalan ses, o sonbaharın hüznüyle nedense ortaya
çıkmıyor, bir yerlerde saklanıyorsun...
Yüreklerin tahta evciklerle donandığı bir akşamın kapalı kapılarını
açmak istiyorum. Çiçekleri, kokuları, ışığı, senin gözlerinde,
omuzlarında, saçlarında görmek ve duymak için çırpınıyorum...
Biliyor musun kırık yıldızları arıyorum gökyüzünde
kimselere belli etmeden; kuşların kanadında sana ulaşıyorum
elimdeki gülleri kurutmadan...
Fırtınaya tutulmuş denizlerde sana sesleniyorum “Güzelim, esmerim,
aşkım” diyerek; şu çılgınca sevişen çiçeklerle buluşuyorum
gözlerimi kapatarak...
Bir şiir okuyorum sonra...
Kara balçıkta ahşap bir güney rüzgârı esiyor o sırada...
Söyle bana; aşk, taşa kazılmış belirsiz bir yüz mü?
***