Ansızın karşıma çıkmıştır kareli defterimin solmaya yüz tutmuş sayfalarından...
Ansızın gülümsemişti bana, geçmiş bir zamanın yıldızlı akşamlarında...
Sen o gece ağlıyordun derin ve sessiz bir akşamın hüzünlü saatlerinde...
Kırık yıldızların altında kırık acıları toplamaya alışmıştık...
Thiago de Mello’nun gözlerinin içine bakarken gözyaşlarımızı tutamıyor, çığlığımızı kimseye duyuramıyorduk:
“Bu yasaya göre yasaklanmıştır özgürlük sözcüğünü kullanmak, ağzının aldatıcı pisliğinden ve sözcüklerden kaldırılacaktır.
Bu yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte diri ve saydam bir şey olacaktır özgürlük...
Ateş gibi, ırmak gibi, bir buğday tanesi gibi ve insan yüreğine yerleşecektir.”
Seni seyrediyordum her zaman!
Seni düşlerinle baş başa bırakıyorum...
Bembeyaz masallarda, şafak söküp gün ağardığında...
Evrenin gökkuşağı renklerine, yitik canların gömüldüğü toprağın altına...
Can Yücel’in yattığı Datça Mezarlığı’nda, talan edilecek olan Göcek koylarında, Gökova Körfezi’nde ben seni arıyordum.
Can Yücel’in o uzun uzun sularını, trenlerini arıyordum... Kulaç attıkça maviyi yakalıyor, gözlerimi kapatınca seni görüyordum...