Bulutlar uçuşuyor muydu, yoksa gökyüzü mavi
bir yalnızlığı öfkeyle mi karşılıyordu?
O
sırada aynaya baktı…
Sonbaharın ilk
günleriydi.
Rüzgârdık, sevdalıydık, el
kadar maviler döküyorduk.
Sığ sulardaydık…
Aydınlıksızdık…
Kan ısısındaydık…
Dünya portakal rengi,
dünya masmavi
miydi acaba?
Gece çılgını mor sevdaların içinde
büyürken, kadına şiddetin
dayanılmaz hafifliğini yaşıyorduk.
Temel hak ve özgürlüklerin,
insanlığın yüzyıllar boyu
süren mücadeleleri sonucu elde edildiğini söyleyenler, bunları
çoktan unutmuşlardı.
Ne diyorlardı bize daha
önceleri:
“Çağdaş dünyanın bir parçası olan
Türkiye’nin temel hak ve özgürlükler açısından hak ettiği konuma
getirilmesi, toplumumuzun da
beklentisidir.”
Bir eylül sabahı
dünü ve bugünü düşünüyordum…
Umutlarımız paramparça
olmuştu.
Bir toplumdaki en
önemli güven unsuru,
toplum içinde yaşayan bireylerin kendi hak ve
özgürlüklerine saygı duyulduğuna
olan inançları değil miydi!
Bireylerin hak ve özgürlüklerine
saygı, demokratik siyasi
rejimin toplum tarafından benimsenmesinin, toplumsal barış ve
huzurun temel şartı değil miydi?
Bu konulara değinen çok yazı yazdım ve yazmayı
da sürdüreceğim…
Ne zamana dek?
Herkes özgür oluncaya
kadar…
***
Gece çılgını sevdaların içinde
büyürken Andre
Breton’dan Paul
Eluard’a, Turgut
Uyar’dan Cemal
Süreya’ya doğru yolculuğa çıktığımız kış akşamlarını
özlemiştik.
O Akdeniz kentinin
palmiyeli parkında dolaşırken…
Edip Cansever’den şiirler
okurduk:
“Bir buluşma yeridir şimdi
hüzünlerimiz:
Bir o renksiz, o yalnız, o sürgün
medüzalar
Aşar söylediklerimizi çeker
gideriz.
Ülkemiz, toprağımız, her
şeyimiz
Kıyısında camların bozbulanık
rakılar.”
Terk edilmişlikleri
yaşadık…
Kadını döven, öldüren
erkekleri…
Louis Aragon’dan bir çift göz
kapıları ardından Elsa’nın
gözlerini arardık:
“Öyle derin ki gözlerin içmeye
eğildiğimde
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada
gördüm
Orada bütün ümitsizlikleri bekleyen
ölüm