Bir sonbahar akşamıydı...
Yaşamın
derinliğinde yitirdiklerini düşündü. Ürkek
bir şafağın uluorta seslenişini yaşadı. Gölgesinde kümelenen
sevdanın, umudun, sevginin izdüşümü...
Bir yasemin kokusu yürüdü dudaklarından kirpiklerine
doğru...
Vatana feda ettiği oğul gün doğumuna
yakın saatlerde uyuyor muydu yoksa
nöbette miydi kulede?
Pencereden dışarıya baktı, ağaçlara, gökyüzüne...
Yıldızlar tek tük kalmıştı...
O yasemin kokusu, dudaklardan kirpiklere doğru yayılmıştı
ya!
O koku yoktu, çekip gitmişti...
Bir şimşek çaktı içinde, yüreğine bir
kor düştü...
Avazı çıktığı kadar bağırdı şafak sökümüne
yakın bir zaman diliminde:
“Oğlum benim, yiğidim, aslanım... Sana bir şey olursa
yaşayamam ben...”
O saatte, belki o saatte...
Dağlarda, derin vadilerde...
Yollara döşenmiş mayınlı tuzaklarda, bombalarda...
Vatana feda edilmiş, geçiyordu araçlarla!
Mehmet’ler,
Fatih’ler, Okan’lar, Uğur’lar, Resul’ler, Cihan’lar, Tayfur’lar...
Renklerle parlayan gece, kurulan hayaller...
Bilmiyorlardı onlar kahpeliğin, zalimliğin zulmüne, vesayetine
boyun eğeceklerini...
O çıkar, rant çarkları...
Alçaklık, puştluk!
Bırakın bir yere kasaları, kutuları, zarfları, çantaları,
altınları...
Canınız feda olsun onlara, yiyin için
zıkkımlanın...
Feda etmeyin o çocukları kör
teröre!
Feda edececekseniz eğer birilerini önce kendinizi atın
ortaya!
Feda mı eda mı hep birlikte görelim...
***