Çok uzaklarda dağ içinde yitirilmiş bir
yürek, gözlerinde kış akşamlarının beyaz bir yalnızlığı
vardı...
Genceciktin ve geçen zamanlar içinde
çocuksu düşlerinle bir başkaldırışın kaskatı
sessizliği içindeydin...
Tıpkı Anna Ahmatova’nın
dizeleri, Metin Altıok’un rüzgârları
gibiydin...
Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı
ortalıkta dolaşıp duruyordun...
Eve geç geliyor, hiç kimseyi
umursamıyordun...
Çünkü sen çocuktun!..
Yalanlarla avutuyordun kendini, masal
kahramanlarıyla yaşıyordun...
Sağır bir günün sonunda, dilsiz bir
gecenin başlangıcındaydın şairin anlattığı
gibi...
Gökyüzü gıcırtıyla kapanıyordu
üstüne...
Havada donmuş fıskıyeydin, kımıltısız bir çiçek
gibiydin...
Islak bir akşamda seni düşündüm. Gökyüzünde
yıldızlar yoktu. Saçlarını okşadım, o minnacık burnundan
öptüm...
Yıllar önce, sen daha çok küçükken, Göztepe’de,
evimizin balkonunda yıldızlara bakıp konuşmuştun anımsıyor
musun?
Gökte dolunay vardı ve sen kırmızı
elbisenle balkondaydın...
Demiştin ki:
“Aydede! Aydede!..”
Henüz yürüyemiyordun...
O akşam ben o yılları anımsadım. Senin
çocukluğunda kendi düşlerimi
çoğalttım...
Şiirler okudum senin için belki senin hiç
duymadığın...
Dedim ki:
“Her şey senin için: Gün boyunca
dualarım.
Uyuşturan ateşi uykusuz
gecelerin;
Şiirlerimin beyaz sürüsü;
Ve mavi yangını
gözlerimin...
Hiç kimse daha yakın olmadı
bana
Hiç kimse böylesine üzmedi
beni,
Acıyı salıp gidenler bile,
Okşayıp bırakanlar bile
hatta.”
***
Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı
vardı...
Bir sabah üniversite bahçesinde ayağından
vurdular seni. Elinde silahıyla oralara giren faşist saldırgan seni
vurup kaçtı...
O anda gözlerine baktım...
Senden yüreğimi gizledim Anna
Ahmatova gibi...
Kuş olup erincine konacaktım...
Ölümlerden ve karanlıklardan süzülüp
kanadımla omuzlarına
dokunacaktım...
Beni göremiyordun, çünkü gözlerin kapalıydı,
başucunda doktorlar vardı...
Bak çocuğum, beni iyi dinle:
Bir ülkede faşist katiller, iktidar sahipleri
tarafından korunup kollanıyorsa, onlar “yurtsever” olarak
görülüyorsa, senin işin oldukça zordur...
Sen bu nedenle eli silahlı katillerin
saldırısına uğrayacak, bugün bacağından, yarın şakağından
vurulacaksın...
Ama korkma ve yılma, sakın ola ki eline silah
alma. Onlara özgürlüğün sesi olan gözlerinle,
rüzgârda uçuşan gür saçlarınla yanıt ver...
Bil ki yarasalar aydınlığı sevmez
kaçışırlar...
Bu fotoğrafları, resimleri yıllar önce gördük
ve yaşadık çocuğum.
Eve geç gelişleri, o tatlı buluşmaları sevdanın
uçurumunda yaşadık...
Kimi zaman meydanları doldurduk, kimi zaman
sokak aralarında ölüme yenik düştük...
Aynı senaryoyu o yıllarda oyunlaştırmak
isteyenleri çok yakından tanıdık...
Şimdi sen beni görmüyorsun ama ben senin
yanındayım. Ayağından vurulmuşsun ve hastanedesin...
Çok uzaklarda dağ içinde yitirilmiş bir
yürekle hiç karşılaştın mı sen?
Gözlerdeki kış akşamlarının yalnızlığına hiç tanık oldun mu
sen?
Dinle beni, sana Cesare
Pavase’nin bir şiirini okuyacağım:
“Şafağın ışını
ağzından çıkan soluktur
boş sokakların sonunda.
Gözlerinin külrengi ışığı,
tatlı damlaları şafağın
karanlık tepeler üzerinde.
Adımların ve solukların
şafağın rüzgârı gibi
sele boğar evleri.
Ürperen şehir,
Taşların kokusu,
Hayatsın, uyanışsın sen.
Şafağın aydınlığında
dağılan yıldız,
meltemin hışırtısı,
ılıklık solunan hava
sona erdi gece
Işıksın, sabahsın sen.”
***