Kirlenmiş bir siyasetin içinde savrulup duruyor, yaşadığımız
coğrafyanın insanlarını konuşuyorduk...
Sevgisizdik!
Ölümlere alkış tutan bir toplumun aydınlık günlere uzanan
yollarında yürüyorduk.
Gezi Direnişi’nin ardından iki yıl geçmiş, hayatın satır aralarında
umuda ilişkin yazılarımızı unutmuştuk...
İslam temeline dayalı siyaset anlayışımız, kendi yaratıcılığımızı,
devrimciliğimizi alıp götürmüştü.
Oturup tartışamıyorduk,
düşman kardeşler gibiydik...
Birimiz hepimiz için bir birlikteliğin kilidini açabilir, halkın
devinimini bir çizgide buluşturup, güçlü bir biçimde isyancıl
çığlığımızı duyurabilirdik.
Tümlükten güç doğardı...
Örgütlü, toplumsal bir muhalefete gereksinimimiz vardı bizim...
3040 yıldır bu mücadelenin içinde olmamıza karşın, tümlüğe değil
ayrışmanın kör kuyusuna düştük, hayallerimizi kör bir bıçakla delik
deşik ederek öldürdük...
Sonra kendi kendimizi kandırdık, ülkemizi ortaçağın karanlığını
sevenlere teslim ettik...
Bunları yaparken, nedense halkı suçladık suç bizde olmasına
karşın!
Yanıtsız kalan sorular, baştan savma yanıtlar...
Ben bilirim, sen bilmezsin!
İçi boş tartışmalar!
Bugünlere böyle geldik biz...
Hayattan hiç ders almadık çünkü!
Siyasetin içinde devrimci bir ruh yoksa, o ruh şiire, öyküye,
romana, müziğe, tiyatroya, sinemaya, yontuya dönüşmezse, zaten
siyaset değildir.