Önce meydanları, caddeleri, sokakları tanıdık. Hüznü ve sevdayı en uysal öğütlerle büyüttük...
Cezaevlerini, işkenceleri gördük!..
Ardından çoğalan yalnızlığımıza seslendik:
“Sevdiysek böyle büyük
Böyle hüzünlü, böyle sevinçli
Senin gözlerini sevdik...”
Henri de Régnier’i de sevdik, Ivan Davitkov’u da... Nedim’i de kucakladık, Nabi’yi de... Nef’i’den de okuduk, Karacaoğlan’dan da...
Kimi zaman ağladık, kimi zaman güldük... Umudumuzu hiç yitirmedik...
Loş uçurumları, mazi boşlukları ve sonrasızlığı Alphonse de Lamartine’den öğrendik. Kıskanç zamanı başka kıyılara sürüklenirken anladık. Dev boyutlu, uğultulu dalgalara hiç aldırmadık.
Akşamın sessizliğinde büyüyen bir ağaca baktık uzun uzun...
Dedik ki:
“Ve büyüyecek ağaç
büyüyecek akşamın yüreği üzerinde,
üzerinde yürüyecek benim yüreğimin.”
Örümcek ağı gibi parlayan kuşkulara hiç aldırış etmedik. Acıya, ihanete hep göğüs gerdik. Bulut sürülerinde bile sevdayı yakalamasını bildik...
Edip Cansever’le tanıştık, mutluluğun mahzunluk olduğunu anladık fotoğraflarda. Kalıcı bir gülümsemeyle sessizliğe bile tanık olduk. Bir gün eski mevsimleri yakalayıp birbirimize sorduk:
“Kader mi, acı mı, hüzü...