İki kadehi de silme kırmızı şarapla doldurmuştuk...
Nedjma’nın gözleri iri iri açılıyordu ağaçlar arasında. Bir ut sesi
yaylalara övgüler düzüyor ve
onları güneşi emmiş kan gibi kara bahçelere dönüştürüyordu.
Kateb Yacine, Nedjma’yla düşlere dalarken
milyonlarca yıldızın kendilerini izlediğinin farkındaydı.
Bir şair, kenti kırıp geçiriyordu...
Endülüs gözden kaybolmuştu...
Yüreğinde fırtınalar dinmemiş yeniden âşık olmuştu...
Kız çok açık konuşmuştu telefonda:
“Seni seviyorum, sana âşığım ama bağlanmaktan korkuyorum...”
O da korkuyordu, ama kıza bir şey söylememişti...
Kateb Yacine’den vazgeçip Eleni Fourtouni’ye
döndü, tüm inatçılığını ve buyurganlığını bir kenara iterek...
Pencereden dışarıya bakmaya başladı ve kendi kendine sordu:
“Hangi Tanrı, hangi şeytan yolluyor seni? Ne ki suçum; günahım ne,
istediğin ne?”
İğde ağacına gülümsedi, havalanan kuşları selamladı...
İçinden mırıldandı:
“Başka bir yerde de kuşlar vardır...”
Radovan Pavlovski’nin fotoğrafını eline aldı.
Edip Cansever’le konuştu,
Attilâ İlhan’la Karşıyaka
iskelesinde buluştu...
Çocuklarımızın ağlayışları çınlıyordu havada.
Kekik kokuları getiriyordu göğün çanları...
Ya sevmek, âşık olmak, ona
bağlanmak...
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan bıkmıştı...
Dedi ki:
“Ben gidince hüzünler bırakırım
Bu belki senin yaşadığındır
Bir ev sıkılır kadınlardaki
Bir adam sıkılır kadınlardaki
Seni sevmek bu kadar mı
O benim yaşadığımdır.”
Anılarda kalan zamansız bir plak aniden dönmeye başladı...
...