Gözlerinde bir hüzün vardı besbelli...
Bir terk edilişin, yalnızlığın asılı kalan fotoğrafı. Suskunluğu,
bir özlemin buğulu camlara yansıyan kaçışı...
Kendi içindeki o fırtına, yağmurlu sabahlarda
belki de daha da yoğunlaşıyor...
O kadın soluk almadan aynaya bakıyor...
Kadınsı duyguların karmaşasında bir türlü içine sindiremediği terk
edilişi, buzullarla örtülü vadinin tenhalığında
çocukluğuna ilişkin maceralarla büyütüyor...
Gece pencerelerinden sızan ışıkta, alaca bir şafağı düşlüyordu
kadın...
Jacques Prevert’ın aydınlığa açılan kapısında şu
soruyu yöneltiyordu:
“Tanrı’nın güneşi neden hep zengin mahallelerini aydınlatır?..”
Galiba yüreği Venedik’e takılıp kalmıştı, ıslak
bir İstanbul sabahında kendi kendine
hesaplaşırken... Acaba Brest’e yağmur yağıyor
muydu? San Marko Meydanı’ndaki o uzun boylu erkek
bir başka kadınla mı öpüşüyordu?
Artık gözleri çok uzaklardaydı...
Bulutların uçuşmasını bekledi bir süre. İçindeki derin sızı onu bir
bilinmeyene sürükledi.
Kaçışların acısıyla kımıldanmadan duruyordu... Dedi ki:
“Aşk duygusu sıkıştırdığında yüreğinizi, ne yapacağınızı şaşırır
mısınız?”
Paul Eluard’ın dizelerinden çıkıp gelen bir erkek,
ona masallar anlatmaya başladı...
Birisi ona “Seni öptüğüm zaman gözlerinden” dedi usulca.
Sevda kelimeleri o anda renk renk çiçekler...