Geçtiğimiz yazıda 30 Mart yerel seçim katılım oranının yüzde
89.15 ile son on yılın en yüksek katılımlı seçimi olduğunu, öte
yandan, sadece dört ay sonra yapılan10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı
seçimlerine katılımın ise, seçim bazında son on yılın en düşük
oranına tekabül ederek yüzde 74.6'da kaldığını
belirtmiştik.
Ayrıca, IPSOS'un Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası araştırmasına
göre, seçime HDP seçmeninin yüzde 87'si, CHP seçmeninin yüzde 79'u,
AK Parti seçmeninin yüzde 73'ünün katıldığını hatırlatıp en çok
firenin Ak Parti tabanından verildiğini hatırlatmıştık. Bu anlamda
önümüzdeki seçimlerde benzer bir 'rehavete' düşülmemesini
sağlamanın, 13 yıllık iktidara rağmen seçmeni aynı heyecan ve
motivasyonla sandığa taşımanın, vesayet karşıtı mücadelenin devam
ettiğini hissettirmenin Ak Parti önündeki en önemli sınav olduğunu
söylemek yanlış olmaz.
Şu geçtiğimiz aya bakın. DHKP-C, son on yıldaki en kanlı ve
sansasyonel saldırısını gerçekleştiriyor. Bir savcıyı şehit ediyor.
Ancak ana muhalefet partisi de, kendine 'ana akım' diyen medya da
bu marjinal sol/ şiddet eylemini değil, hükümeti
suçluyor.
PKK'lılar belinde silah, elinde mikrofon seçim propagandası
yapmaya, halkı muhasara altına alarak oylarını etkilemeye kalkıyor.
Halkı ve sandığı PKK'nın insafına terk etmediği için önce ordu,
sonra hükümet suçlanıyor.
Paralel yapıyla ilişkileri deşifre olmuş kişileri serbest
bıraktırmaya yönelik âdeta bir hukuk katliamı, bir cumartesi
akşamı, damdan düşercesine işleme konuluyor. Buna izin vermeyen
devlet ve yargı kurumları suçlanıyor.
Her üç hukuk dışı eylemin failleri, 'beş benzemez' olmalarına
rağmen, birbirlerine sahip çıkıp, tek yürek haline geliyor. Yeri
geldi mi cinayete, yeri geldi mi teröre, yeri geldi mi darbeye hep
beraber sahip çıkıyorlar. Sorarım size, bu normal mi?