"Mustafa Kemâl Paşam, ne istersen iste benden, / İstersen
ayıralım dinle devlet işlerini, / İstersen asalım bütün hoca ve
müridleri, / İstersen kapatalım bütün İmam Hatipleri"...
Sosyal medyada, yaklaşık otuz kişilik bir taraftar grubunun,
kalabalık bir sokak ortasında yaptığı bu "tezahürat" videosuna
rastladım. Hiçbiri, tutuklanmayı bırakın gözaltına dahi alınmadı.
Üstelik sözlerinde halkı kin ve düşmanlığa tahrikten öte şiddete
açık çağrı vardı.
Öte yandan 10 Kasım sabahı Edirne'de, Atatürk büstü önünde saygı
duruşunda bulunan kişilerin yanına gelip, "Burada ne oluyor, neden
bekliyorsunuz? Bu bir kıyamdır" şeklinde onları protesto eden E.Ş.
İsimli çarşaflı öğrenci ise anında polis tarafından ağzı
kapatılarak gözaltına alınıp tutuklandı. Demek istediği anmadaki
duruşun namazdaki ayakta duruşa benzerliği üzerinden, "Yalnızca
Allah'ın huzurunda kıyamda durulur, büstlerin önünde değil" idi
muhtemelen. Medyaya ise nedense "Atatürk ilah değildir" dediği ve
bu yüzden tutuklandığı yansıtıldı.
Kimileri bunun şahsi bir protesto olduğunu söylüyor. Olabilir.
Kimileri ise provokasyon olduğunu söylüyor. Olabilir. Böyle olsa
dahi, E.Ş.'nin yaptığı en fazla 'Kabahatlar Kanunu' çerçevesinde
değerlendirilebilir ki anında müdahale edildiği için de ortada
ancak bir 'kabahate teşebbüs' vardır, kabahat değil. Sanırım aklı
başında olan en Atatürkçüler bile Atatürk'ün ilah olduğunu
düşünmüyordur ama 10 Kasım'da yas tutanlara saygısızlık yapılmış
olduğunu değerlendiriyordur; Atatürk'e hakaret edildiğini değil.
Atatürk'ün tapılacak bir put veya ilah olmadığını söylemek,
Atatürk'e hakaret değil, gerçeğin ifadesidir. Edirne'deki hâkimin
kararına ve Edirne Başsavcılığı açıklamasına bakınca ise, 'Orda
aklı başında kimse var mı?' diye düşünmeden edemedim. Umarım
anayasamız çerçevesinde bunu söylemeye hakkım vardır!
Ben üniversite yıllarımdan beri Atatürkçülüğü anlamaya çalışan ama
Atatürkçü olmayan biriyim. Öyle ki yüksek lisans tezimi, Cumhuriyet
Mitingleri sürerken, üniversiteye tam da bu zihniyet sebebiyle
başörtümle girmekte zorlanırken Atatürkçü gençlik üzerine yazdım.
Ondan fazla Atatürkçü Gençlik Kulübü üyesiyle mülakatlar yaptım.
Sonradan tezimi Türkçeye de çevirip "Türkiye'nin Ölmeyen Babası"
adıyla da yayınladım.
Bu süreçte gördüğüm kısaca şuydu: Atatürkçü kimliğin imkân şartı
bitmesi istenmeyen bir imkânsız yas üzere kuruludur. Kaybedilen
nesneye (aşağılama amaçlı değil, literatürde 'object' diye geçer)
bağlılık, bu kimliğin kurucu unsurudur. Yas aşamalarında yoğun acı,
gerçeğin inkârı, kaybedilenin aslında hâlâ var olduğu
halüsinasyonları ve nihayetinde kaçınılmaz gerçekle yüzleşme
vardır. Atatürkçü kimliğe sahip olanlar bu yas aşamalarının birinde
takılı kalmışlardır. Hangi aşamada takılı kaldıkları da
Atatürkçülük anlayışlarını gündelik hayatlarına nasıl
yansıttıklarını belirler. Kimisi millî bayramlar ve özellikle 10
Kasım'larda onu anmakla iktifa ederler, kimisi ise yaşam alanlarını
Atatürk resim ve büstleriyle doldurup âdeta bir mâbed içinde yas
tutarak uçlarda yaşar. Netice ise değişmez; imkânsız yas
çerçevesinde kurulu olan kimlik orada kalır.
Atatürkçü olmayanlar için bunu anlamak zor olabilir. Ancak bir
arada yaşamanın temeli, bu zorluğu göze almak ve anlamasa dahi
saygı duymaktan geçer. Nasıl ki Atatürkçülerin, kendileri gibi
düşünmeyenleri ikinci sınıf vatandaş yerine koymaya veya
aşağılamaya hakkı yoksa, tersi de Atatürkçü olmayanlar için
geçerlidir. Yargıya düşen ise, bu bir arada yaşama iradesine zarar
vermeden, niyet okuyuculuğu yapmadan, maddi gerçeklere ve delillere
bakarak 'aklı başında' kararlar vermektir. Her halükârda tutukluluk
kararı, orantısızdır, adaletsizdir, hukuksuzdur.
Ayrıca kadınlara şiddet uyguladığını gördüğümüz erkekler, 8
yaşındaki bir kızı taciz ettiğini gördüğümüz sapıklar için bile
tutuksuz yargılama kararı veren güzide yargımızın bu alelacele
tutuklama sevdası da tartışılmaya değerdir!