İran, şaibeli seçimlerle başa gelenler ve seçilmişlerin tabi
olduğu mollalar ile yönetilen diktatoryal bir teokrasi. Çin'den
sonra en çok kişinin, çoğu da siyasî sebeplerle idam edildiği bir
ülke. Özellikle Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen'i hegemonisine almak
amacıyla yaptığı harcamalar sebebiyle ekonomisi yerlerde sürünen,
halkın çoğunun ya açlık ya fakirlik sınırında yaşadığı bir
rejim.
Suudi Arabistan, meşruiyeti kendinden menkul kraliyet ailesinin
yönettiği bir monarşi. İran'dan sonra en çok kişinin idam edildiği
dünyadaki üçüncü ülke. Petrol geliri dışında ürettiği pek bir artı
değeri olmayan, halkını petrolden gelen gelirle refaha kavuşturduğu
için kontrol edebilen bir rejim. Ancak petrol fiyatlarının dramatik
biçimde düşmesiyle de ekonomisinin zora düştüğü aşikâr.
Serbest seçim, şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi ilkelerin
üzerine bina edilmediği için gayet kırılgan olan bu iki rejim de
Arap Baharı'na yönelik 'karşı-devrimci' bir tutum içine girdiler.
İran özellikle Suriye'de, S. Arabistan ise Mısır'da bu tavırlarını
iyice açık ettiler. İran, ekonomik, siyasî, askerî olarak her
açıdan Esed rejimine kalkan oldu. Suudi Arabistan da Mısır
tarihinde ilk kez serbest seçimle başa gelmiş yönetimi devirmek
için Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte tüm gücünü seferber
etti. Bu tavırları hâlen devam etmekte.
İran ve S. Arabistan, 1979 Molla Devrimi'nden bu yana birbirlerinin
karşı kutbunda yer alıyorlar. ABD'nin Irak işgali sonrasında Bağdat
yönetimi de tamamen İran'ın yörüngesine angaje olunca, bu karşıtlık
iyiden iyiye arttı. İki ülke, birbirleriyle amansız bir güç
mücadelesi içindeler ve bunu mezhep karşıtlığı altında yaymaya çaba
gösteriyorlar. Söylendiği gibi S. Arabistan Sünni bir ülke değil,
Vahhabi- Selefi inancını temsil ediyor. Bu mezhep de aynı İran'ın
Şiilik inancı gibi karşıtını tekfir etmek üzerine kurulu. O yüzden
İran ve S. Arabistan, inanç alanında da birbirlerinin 'kurucu
dışarı'sını oluşturuyorlar.
Hem inanç hem bölgedeki adalet arayışları noktasında adil, ana akım
ve makul olanı temsil ettiğinden Türkiye'nin, tekfirci
ve 'karşı-devrimci' iki ülke arasında, hem siyasî hem de
sosyolojik özgünlüğünü muhafaza açısından daha nötr ve tarafsız bir
pozisyon benimsemesi beklenebilirdi.
Ancak mevcut durumda Türkiye'nin, hiçbir şey yapmasa ve
söylemese dahi uluslararası mahfillerde 'İslâmcı, Sünni
yanlısı, neo-Osmanlıcı ve mezhepçi' olarak anılıyor olmasının,
İran'ın mevcut yayılmacılığı ile Türkiye'nin Ortadoğu'ya açılan her
tür yolunu kesme çabasının da bu pozisyonu almaya teşvik ettiğini
görmek gerekiyor.