ABD'nin Irak'ı işgali sonrası, Saddam yönetiminden kurtulduğuna
sevinen halkın bir kısmı sokaklara çıkıp ABD bayraklarıyla
kutlamalar yapmıştı. Bundan kısa süre sonra ise, etrafta kendini
hissettiren belirgin bir otorite kalmadığı için toplu yağma
hareketleri baş gösterdi. Her şey ama her şey hedefti.
Bu büyük yağma aylar sürdü. Devlet binaları, marketler, belediyeler
ve müzeler... Aklınıza ne gelirse soyup soğana çevrildi.
ABD'li yetkililer olan biteni parmak dahi kımıldatmadan izlediler.
Oysaki iki Amerikan askerinin ağır silahlarıyla bir köşe başında
durması bile yağmacıların cesaretini kırmaya yetecekti. Yapmadılar.
Süreç içinde çeteler oluştu, mezhepsel farklılıklar üzerinden çıkar
odakları yapılandı, halk adım adım birbirine karşı kışkırtıldı.
Bunca karmaşa içinde, Irak'ın bakanlık binaları alt üst edilirken
ve ulusal müze 36 saat aralıksız yağmalanırken, ABD askerlerinin
koruduğu tek bir bina vardı:
Irak Petrol Bakanlığı! Irak'ın sosyal dokusu erozyona uğrarken,
binlerce yıllık tarihi ve kültürel mirası (8.000'den fazla parça
hâlen kayıp) yok edilirken muhafaza edilmeye değer bulunan tek bina
Petrol Bakanlığı idi. Hani ABD'nin, Irak'ta demokrasi olmadığı için
geldiğini hâlâ söyleyebilen yüzsüzler varsa, bu bilgiyi yeri
gelince yüzlerine çarpınız. Hatta şunu da ekleyelim; dönemin ABD
Savunma Bakanı Rumsfeld'e bu kaos ortamı sorulunca şunu
diyebilmişti: "Böyle şeyler olur." Devam edelim. Bundan 13 yıl
önce, yine eylül ayında, Irak polisine ateş eden iki Arap giysili
kişi tutuklandı. Bunların İngiliz özel kuvvetler biriminde görevli
iki asker olduğu ortaya çıktı.
İngiltere, askerlerinin ivedi iade edilmesini istedi.
İki kişinin ölümünden sorumlu askerlerin yargı süreci tamamlanmadan
iade edilemeyeceği bildirilince İngilizler altı tankla, askerlerin
bulunduğu karakolun duvarlarını yıkarak girdi ve onları teslim alıp
çıktı. İngiliz Savunma Bakanlığı, o dönem böyle bir hadisenin
yaşandığını inkâr etti.
Verdiğim bu iki örnekten çıkan sonuç kısaca şudur: İster Irak ister
Suriye ister Yemen veya Libya olsun, fark etmez. Batılı devletlerin
çıkarlarına uyan, bu bölgelerin istikrarsızlığıdır.
Cenevre süreci ile Astana sürecini birbirinden ayıran temel fark da
budur. İlki, çıkarı istikrarsızlıktan yana olanların ve binlerce
kilometre öteden gelenlerin belirleyici gücü üzerine kurulmuştu.
İkincisi ise çıkarı istikrardan yana olanların ve komşu veya yakın
ülkelerin işbirliği üzerine kuruldu.
ABD-YPG ilişkisine de bu gözle bakın.
YPG, asla belirleyici güç elde edemese de Suriye sosyolojisinde
onulması zor yaralar açtı.
Bir istikrarsızlık unsuru olarak beslendi ve büyütüldü.
Çözüm sürecinin ayağına sıkıp Türkiye'yi de Suriyeleştirmek üzerine
bina edilmiş bir projeydi.
Mevzunun Türkiye ayağını çözdük, kaçınılmaz sona az kaldı. Suriye
ayağında ise öncü rol oynuyoruz. İdlib konusunda Rusya hem kendinin
hem de Suriye'nin ayağına sıkmazsa, yüzyılı aşkındır kurulu bir
tuzağı bölgesel olarak aşmış olacağız.