15 Temmuz kapımızı çalana değin, daha doğrusu kapımızı indirip
mahremimize saldırana değin, bir şeyleri anlamak ve anlatmak daha
zordu. Bir şeyler eksikti. Kiminin hamaset kiminin goygoy diye
aşağıladığı hislerimiz vardı. Kimilerinin paranoya kimilerinin
komploculuk diyerek burun kıvırdığı bir tehdit algımız vardı.
15 Temmuz'da, söz konusu vatan ise hamasete, söz konusu
bağımsızlığımız ise paranoyaya yer olmadığını hep birlikte gördük,
yaşadık. İstiklâl Marşı'nın her bir satırı hangi kan ve ter ile
kayda geçtiyse, yüzyıl sonra işte yine onunla karşı karşıyaydık.
Kan ve ter dökmekten bir an bile geri durmayacak bir millettik; o
gün bu sözümüzle imtihan olduk ve imtihanı geçtik.
Yaşadığımız yüzyıldaki Türkiye'nin kurucu söylemi, 15 Temmuz
Destanı'dır. 15 Temmuz, devletin hayatta kalma refleksinden önce,
Milletin devletini ayakta tutmak için harekete geçerek göğsünü
siper etmesinin destanıdır. Bu destan, kendisine yöneltilen tüm
aşağılama ve hakaretlerin bendini çiğneyip taşan bir
hakikattir.
CHP'nin önce Meclis'teki anmaya gelmeyeceğini açıklayıp, birkaç
saat içinde geleceğini açıklaması, Kılıçdaroğlu'nun kontrollü darbe
zırvasında ısrarcı olamayıp failin FETÖ olduğunu ilk kez sarih
biçimde ve 'ama'sız ifade etmek zorunda hissetmesi bundandır. 15
Temmuz, CHP'ye oy veren vatandaşın da devletine yapılmıştır çünkü.
Kılıçdaroğlu'nun o gece çay-kahve eşliğinde, darbeyi "dikkatle
seyretmiş" olması bu gerçeği değiştirmez.
O manevi baskıyı CHP'nin üzerine kuran ise, bu milletin ayrımsız ve
şedit biçimde FETÖ'ye karşıtlığıdır.