Ahmet Hakan'ın Kanal D'de okuduğu haberin başlığı
çarpıcıydı..
"Türk- Amerikan ilişkileri dibe vurdu.." Ama gerçek başlıkla taban
tabana zıttı.
Türk - Amerikan ilişkileri dibe vurmamış, tersine ilk defa bu kadar
sağlam zemine oturmuştu.
Biz, özellikle Menderes devrinden bu yana, Amerika'ya yanaşmak için
elimizden geleni yapmaya alıştırıldığımız için, ilk defa, kafa bile
tutmayıp, onun yaptığına ayniyle mukabele etmemizi yadırgıyor ve
"Eyvah" diyorduk.. "Dibe vurduk!."
Oysa dibe değil, yıllardan beri ilk defa Amerika ile ayni eşit
zemine oturduğumuzu, hem Amerikan Yönetimine, hem dünyaya
göstermiştik.
Yani, Türk- Amerikan ilişkileri dibe vurmamış, tam tersine "Sağlam,
eşit, özgür" zemine oturmuştu.
"Şu andan itibaren Türkler'in vize başvuruları kabul edilmeyecektir." Türkiye Cumhuriyeti de anında cevap verdi.
"Şu andan itibaren Amerikan vatandaşlarının vize başvuruları kabul edilmeyecektir."
Nurlar içinde yatsın, Sevgili Seha Meray hocamız, Mekteb-i Mülkiye'de okuttuğu Devletler Hukuku dersinde bize üç temel kural öğretmişti.
1- Dünyada Devletin üzerinde bir kurum yoktur. Yani devleti yargılayacak, onun aldığı kararın, yaptığı uygulamanın doğru ya da yanlış olduğuna karar verecek, yaptırım gücü olan bir üst kurum yoktur.
2- Böyle bir yaptırım gücü olmadığı için, yapılan ikili ve çoklu anlaşmalara uyulmasını ve devamını Roma Hukuku'ndan beri "Pacta sund servanda" kuralı sağlar. Latince bu laf "Ahde vefa" anlamını taşır.. Bir anlaşmaya imza attıysan ona uyacaksın.. Uymazsan ne olur?. Sözüne inanılmaz bir devlet durumuna düşersin. Hepsi o.. Yani kural yok, gelenek var. Ahde vefa!.
3- Bir devlet, sana karşı bir yaptırım kararı aldığı ve uyguladığı zaman, senin de ona ayniyle mukabele, yani, Tevrat ve Kur'an'da da kayıtlı "Mukabele-i bil misil" hakkın doğar. "O sana ne yaptıysa, sen de ona aynisini yapabilirsin."
Biz Mülkiye'de okurken, imzalanan Cenevre Anlaşması'na imza atan ülkeler, böyle bir hak olamayacağını kabul ettiler.. Aslında doğru bir karardı. Adam senin büyükelçini asarsa, senin de onun büyükelçisini asma hakkın doğabilir miydi?. Demokratik ve uygar bir ülke ile bir kabile devletinde ayni kurallar olabilir miydi?. Yasa dışı bir uygulama, bir başka yasa dışı uygulamaya hak yaratabilir miydi?. O zaman bu dünya nasıl uygarlaşabilirdi?.
Ama giderek, devletler bir konuda birleştiler..
Mukabele-i bil misil, yani ayniyle mukabele, eğer yapılan işlem yasalsa, bir ülke yasalarına uygun bir karar almışsa, muhatap ülke de bu yasalara uygun karara, aynen mukabele edebilirdi. *** Amerika, her ülkenin hükümranlık yasaları içinde olan bir karar verdi ve Türk vatandaşlarının vize başvurularını, süre göstermeden askıya aldı.
Bu da Türkiye'ye aynen "Karşılık verme" hakkını doğurdu. Türkiye bu hakkını anında kullandı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan "Anında mukabelenin gerekçesini açıkladı..
"Türkiye bir kabile devleti değildir!."
Yıllardan beri özellikle Orta Doğu'daki emellerini gerçekleştirmek için kabile devletleriyle bildiği gibi oynayan Amerika'ya "Her kuşun eti yenmez" dedik, bu defa..
Trump'ın başkanlığa gelişinden beri aslında kabile devleti gibi yönetilen ülke, ABD'ydi. Trump içerde ve dışarda öfke ve nefret uyandıran, alay konusu olan yönetimi ile bildiğini okuyor, ülkeyi ve dünyayı parmağında oynatacağını sanıyordu. Kendi atadığı Beyaz Saray görevlilerini, kendi seçip göreve başlattığı bakanları hatta 24 saat geçmeden görevden alıyor, alenen ve resmen ırkçılık yapıyor, bazı milletleri, ulusları, ırkları resmen küçük görüyor, adeta Hitler'le yarışıyordu.
Meksika sınırına Berlin Duvarı benzeri bir duvar örmeyi seçim vaadi olarak sunan bir adamın, Türkler'e vize verilmesini durdurması hiç de şaşılacak şey değildi.
Ama gariptir, bazılarımız, Amerika'nın değil, onun kararına aynen karşılık veren Türkiye'nin dik duruşunu yadırgadık. Hatta ürktük.
Aslında bu anında "Aynen karşılık"ı alkışlaması gereken ana muhalefet de yan çizdi..
Alkışlamaya elleri varmadı. *** Peki CHP'nin bu anında "Aynen karşılık" kararını niçin alkışlaması gerekiyordu?.
Çünkü CHP, Atatürk'ün bu Cumhuriyeti kuran liderin partisiydi.
Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktığı zaman, ülkenin içinde bulunduğu koşullar, aynen "Gençliğe Hitap"taki gibiydi.
"İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir."
Bu koşullar içinde, Padişah da işbirliği yaptığı İngilizleri İstanbul'da donanmalarıyla ağırlarken bu İngilizleri, onlarla birlikte tüm Avrupa'yı arkasına almış Yunanistan'a karşı, Kurtuluş Savaşı'nın başarı şansı ne olabilirdi ki?.
Koşulları iyi gören ve iyi bilen bir ulusal lider, bir toplum kahramanı Halide Edip Adıvar, 10 Ağustos 1919'da, Mustafa Kemal'e bir mektup yollayarak "Amerikan Mandası"nı kabul edelim" dedi.
Kurtuluş Savaşı'na gönül verenlerin önemli bir kısmı, ülkenin o koşulları içinde tüm Avrupa'ya karşı savaşmasının başarı şansının olmadığına inanıyor ve Halide Edip'in deyişi ile "Amerikan mandasının ehveni şer olduğunu" ileri sürüyordu.
Yani, Yunanistan, arkasında İngiltere, yanında tüm Avrupa ile savaşmak yerine, Amerikan mandasını kabul etmek, yani Amerika'nın Sömürgesi olduğunu ilan etmek, savaşı başlamadan bitirir, Amerika ile ilişkilere ondan sonra bakılabilirdi.
Atatürk bu öneriyi anında reddetti.
Çünkü Türkiye bir kabile devleti olmayı kabul edemezdi.
Mustafa Kemal, Amerikan Mandasını kabul etmedi. Tüm Avrupa'ya karşı tek başına savaşmayı göze aldı.
Sonuç, Dünya Tarihine geçti.
Bu tarihi, CHP liderleri en iyi bilme durumundaydılar. İşte onun için önce onlar haykırmalıydılar..
"Atatürk Türkiyesi bir kabile devleti değildir!. Olamaz!. Olmayacaktır."
CHP'lilere Johnson'ın ünlü tehdit mektubu üzerine "O zaman yeni bir dünya kurulur. Türkiye de bu dünyada yerini alır" diyen İsmet Paşa'yı da hatırlatmakta fayda var mıdır, dersiniz?