Geçen hafta sonu sırf yazarını çok iyi tanıdığım ve çok sevdiğim
için aldım kitabı elime.. "Yemekte Rüzgâr
Var!." Yazan da Ece Aksoy.. Kırk yıllık dostum
Ece.. Ece Bar'ın Ecesi..
Kuruçeşme'den taşındığından beri görmedim, taa Egemen'li yıllardan
çok sevdiğim dostumu..
Kısa hikâyeler yazmış Ece..
Sayfaları çevirdim, "Bu yeni hevesi neymiş hele bakalım" diye..
Elimden düşmedi.. Nasıl güzel yazmış..
Yahu bu kadının elinde 10 değil, 10 yüz marifet var.. Neye elini
atsa başarıyor..
Yıllar yıllar önce Johannes Mario Simmel'in Papaz Her Zaman Pilav
yemez adlı polisiye romanını bir nefeste okumuş, ardından ne kadar
Simmel bulduysam almıştım.
Papaz ve Pilav'da Simmel, bir yığın yemek tarifini de romana
sıkıştırmıştı. Ece de her
öyküye yemek tarifleri koymuş..
"Hem okuyun, hem mutfağa girin" dercesine..
Bu tatil ayları pazarında kafanızı fazla sıkmadan bir örnek vereyim
istedim..
"Kız Ahmet" adlı öyküyü seçtim kitaptan..
İçinde de, kefal ve pilav pişirmenin sırları var, sıkı durun!.
Yağmur, sanki son defa yağıyormuş gibi, gürültüyle, denizleri,
gölleri boşaltıyor. Ahmet, sırılsıklam, pardösüsü ince uzun
bedenine yapışmış, fötr şapkasından sular akıyor.
Boğos, kısa bacaklarıyla sık adımlar atıp yetişmeye çalışırken,
kolunu dimdik havaya kaldırarak yükseltmeye çalıştığı siyah
şemsiyesinin altına alamıyor onu; Ahmet çok hızlı yürüyor, kaçtığı
yağmur değil.
- Akşama bir şey var mı?
- Dua var mı?
- Hoca ayarladın mı?
- Benim tanıdığım var istersen, fazla para istemez, ne
verirsen...
- Doyurmak lazım.
- Yemek getiren çok olur.
Sahte bulduğu yakınlık... Ahmet daha da hızlanıyor. Tek sevdiği
arkadaşı Boğos bile ona yetişemiyor.
Her zaman açık duran büyük demir kapıdan çıktığında
arkasındakilerden epey uzaklaşmıştı. Duymuyordu şimdi
konuşmaları... Onların gidebilecekleri yönün tersine yürüdü.
Taksiler, birikmiş suları eğlenircesine etrafa saçarak boş
geçiriyordu.
Nefes nefeseydi. Korkarak arkasına baktı; Boğos çok geride, küçük
adımlarla, kendi boyuna indirdiği siyah şemsiyesiyle koşuyordu.
Ahmet üzüldü. Ellerini ağzının kenarına koyup bağırdı:
Dön dükkâna. Akşam gelicem.
Çok yorulan Boğos durdu, şemsiyesini arkaya sarkıtıp, o da elini
ağzının kenarına koydu:
- Söz mü?
Başıyla "söz" dedi Ahmet.
Yalnız kaldığına sevindi. Yağmur hafiflemişti.
Şimdi daha yavaş yürüyordu.
- Bu gece yalnız kalma bize gel.
- Bana gel.
- Annem seni sever, bilir misin?
"Defolun" diye geçirdi içinden.
"DEFOLUN" diye bağırdı biraz sonra. Daha on
beş-on altı yaşında çocukken, isminin başına ekledikleri "kız"
sıfatıyla babasına dünyayı zehir eden onlar değil miydi?
"Ayıp olur...", "Ne
derler?", "Dikkatli
ol!" diyecek kimse yoktu artık. Bu üç cümleyi
savurdu çamurlu sulara, üstlerine basa basa geldi
eve.
Kapının yanındaki siyah boyalı küçük askılığın ortasındaki oval
aynanın sırları dökülmüştü.
Sağında solunda pembe, tek yapraklı karanfiller vardı. Çengellerden
birinde annesinin bahçeye çıkarken giydiği bordo, iki yanında
omuzdan başlayıp kalçaya kadar inen saç örgülü yelek asılıydı.
Sofrada yemek yerlerken aynanın üzerine asardı yeleği annesi.
Ahmet, sağ eliyle, emdiği suyla ağırlaşmış fötr şapkasını
çıkarırken yeleği okşadı, çengeli aynanın üstüne çekti. Çamurlu
pabuçlarını, pardösüsünü yere bıraktı, kemerini çözüp aşağı
indirdiği pantolonunun üzerinden geçip, aslan ayaklı, krem dantel
örtülü, ortasında beyaz emaye maşrapada sarı kasımpatılar duran
masanın yanındaki iskemlelerden birine oturdu.
Ayaklarına baktı; tırnakları uzamış, kötü görünüyorlardı,
iskemlenin altına çekti ayaklarını.
Sofaya açılan bej rengi yağlıboyalı yüksek kapıların biri yarı
açıktı. Küçük köpekleri annesinin yatağında hareketsiz oturuyor,
ona bakıyordu. Odaya doğru yürürken kendine baktı; ıslak beyaz
donu, incecik kıllı bacakları, tırnakları uzamış ayakları...
Geri döndü, hızla dar, ahşap merdivenleri çıktı, çatı katındaki
odasında yatağın ucuna oturdu. Başını eğip ellerinin arasına aldı,
hıçkıra hıçkıra ağladı. Anılar kafasından zaman sırasız gelip
geçiyor, başını kaldırıp durduğunda, gözüne çarpan her eşya, o ana
kadar aklına gelmeyenleri sırasız dolduruyordu odaya.
Karşısındaki duvarda, sapı bir çiviye asılı babasının postacı
çantası. Kahverengi deri, buruşmuş, çatlak yerlerinde açık kahveye
dönüşmüş çizgiler... Çocukken. Öğle yemeği için eve gelen babasının
yorgunluğunun çantayı taşımaktan olduğunu zannedip askısından tutup
kaldırdığında, "Taşıyorum, ağır
değil" demişti...
"Ağır oğlum ağır... Hem de çok ağır" demişti
babası çorbasını içerken.. Biraz önce çantadan
çıkarıp masaya koyduğu mektubu ona
uzatmıştı. "Okumayı öğrendin, aç
oku." Zarfı açmış, mektubu çıkarmış, babasının
iki bacağı arasından dizine oturup okumuştu.