Ayı avına gidiyorduk.
Kılavuzum Kum dere köyünün en namlı nişancılarındandı. Beraber
tırmanacağımız yüksek ormanlı dağların daha çok uzağındaydık.
Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu.
Güneş yoktu. Nihayetsiz mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökten
sonsuzluğun geçmiş saatlerini hatırlatır gamlı guguk sesleri
aksediyordu. Artık iyice yorulmuştum.
Omzumdaki martin gittikçe ağırlaşıyordu.
-Biraz dinlensek, dedim.
Kılavuzum güldü. Onun kır çember sakallı şen çehresi
pembeleşti:
-Kesildin mi? diye sordu.
Sırtında çiftesi ile üç günlük yiyeceğimizden başka benim kebemi de
taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu söylemedim.