Son günlerde ‘Türk tipi’ sıfatı yaygın biçimde başkanlık sistemini tanımlamak için kullanılıyor. Yerliliği ve özgünlüğü ifade etmesi bakımından olumlu anlamda kullananlar olduğu gibi, istihza içeren olumsuz manada kullananlar da var.
Türk tipi tanımlamasına yüklediğimiz anlam biraz da toplumsal
özgüven ve özbenlik algımızla ilgili tarihi bir mesele. Pejoratif
tanımlamaların arkasında oryantalizmin ve Türk moderleşmesinin
bagaj yükleri var. Oryantalist bakış, Batı dışı tüm toplumları
kendisinin aksine ‘barbar, bağımlı, kaba, miskin, otoriter’ olarak
tanımlarken, zaman içinde ‘Türk tipi’ gibi tanımlamalar da bu
sıfatlarla özdeş hale geldi. Tüm aşamaları içselleştirilmeden
yaşanmış bir modernleşme serüveni içinde Türk toplumu da, bu
yakıştırmaların kendinde mündemiç olduğuna neredeyse inandı. Doğu
toplumları nezdinde Batı daha özgür, daha nazik, daha atılgan,
ilerlemeye dönük bir medeniyet olarak kodlandı. Ne yazık ki Türkiye
toplumunda da hemen herkesin içinde gizli bir oryantalist mevcut.
Özbenliğini ve özgüvenini yitirmiş bir halde...
Bugün dünya haritasını açıp baktığımızda Batı toplumlarıyla Doğu
toplumlarını mukayese edip, kimin daha ‘medeni’, kimin ‘az
gelişmiş’ olduğuna baktığınızda ne yazık ki ortaya çıkan tablo da
bu kodlamaları desteklemiyor değil. Tabii, Batı gelişmişliğinin
arkasındaki ahlaki ve vicdani yoksunluğu görene kadar... Zira
Batı’nın sıralı caddelerinin ve tüm diğer ‘gelişmişlik’
göstergelerinin arkasında Fanon’un ifadesiyle, ‘zencilerin,
Arapların, Hintlilerin ve sarı ırkların ölü vücutları ve
akıttıkları ter’ olduğunu hesaba kattığınızda gelişmişliğe dair
paradigma yerle bir oluyor.
Fakat ne yazık ki, modern dünya ahlaki olmadığı bilinen bir
‘gelişmişliği’, hakkı yendiği için oluşan bir ‘geri kalmışlığa’
tercih ediyor. Gelişmişlik yüceltilirken, ahlaki yoksunluk
görmezden geliniyor.
Hakkı yenmek, sömürülmek tam olarak masumiyet mi? Elbette değil.
Çünkü bu geri kalmışlığın temelinde de, miskinlik, işbilmezlik
kaynaklı bir çaresizlik hali var.