Geçtiğimiz hafta Milli Eğitim Bakanlığı tarafından askıya çıkarılan yeni müfredatı incelerken, 80’li 90’lı yıllarda bizim kuşağın muhatap olduğu ilk-ortaöğretim müfredatını düşünmeden edemedim. Bizler, Resim ve Beden Eğitimi ders saatlerinin, ‘daha önemli’ görülen matematik derslerine kurban verildiği, sanat faaliyetlerinin o kadar da öncelikli olmadığı, yabancı dilin seçmeli ders olabilecek kadar ikincil görülebildiği, küresel vizyon farkındalığının hesapta olmadığı bir devlet müfredatının muhatapları olarak yetiştik. Neyse ki, ailelerimizin bilinci ve yönlendirmesi sayesinde açıklarımızı kapattık, eksiklerimizi tamamladık. İlk gençlik yıllarımız, teknoloji devrimine denk geldiği için küresel farkındalığı yakalayabildik, yurtdışı tecrübelerimiz bizi farklı dünya görüşlerine açtı. Aksi halde devletin tektipçi eğitim müfredatı içinde dünyaya kapalı, statükoya teslim olmuş zihinler olarak uzun bir 20.yy. yaşayabilirdik.
İlköğretim yıllarında, Atatürk konulu bir kompozisyon yarışmasında ‘ödül’ olarak aldığım bir kitabın, devlet eliyle nasıl faşizan bir anlayışa muhatap kılındığımız, hâlâ zihnimde canlılığını koruyor. Kültür Bakanlığı Yayınları’ndan çıkan kitap, ‘Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler...’ satırlarının yazarı Mahmut Esat Bozkurt’un hayatını anlatıyordu.
Bugün, 90 kuşağı olarak bizlerin, etnik farklılıklar bir yana bireysel farklılıkları hesaba katan bir eğitim müfredatını konuşuyor olması, önemli bir devrim kabul edilebilir.